30 Haziran 2008 Pazartesi

TANRININ GÖZYAŞLARI

Sezen Aksu'nun "Deniz Yıldızı" adlı son albümünde yar alan bir parçanın ismi "Tanrının Gözyaşları"... Adından da anlaşılacağı gibi savaş karşıtı olan parçanın sözleri şöyle ;


Bu korkunç kuraklık
Boynu bükük buğday başakları
Bu çorak toprak, bu susuzluk
Tanrı’nın kuruyan gözyaşları
Bir büyük gözaltı hayatımız
Ölü çocuklar coğrafyasında
Kayıplar destanı hikayemiz
Melekler anaların dilsiz yasında
Bebeler ergen doğuyor
Ninniler kahramanlık masalları
Yaşayan bu kanlı haritada
Taşırken iki büklüm onca yası
Bu korkunç bataklık
Yutuyor körpe tomurcukları
Dört kitap yazıyor
Eşittir Tanrı’nın çocukları.
Her insan meyillidir,
İhanete cinayete,
Her insan merhametli ve zalimdir,
Bir yandan gücün suç ortaklığında,
Vicdan ilahi bir takiptir
Söz: Sezen Aksu - Beste: Sezen AksuNedense Bob Dylan - Masters of War geldi aklıma geldi bu parçayı dinleyince, sözlerinden belkide... Paylaşmak istedim..
fasulye

29 Haziran 2008 Pazar

ANKARA'DA YAŞAMAK

Ankara'ya yaz gelmedi, ısıtmıyor bu güneş bu sene derken, güneşin tepemize dikilmesi sonucu anladık "hanyayı, konyayı"... Keneydi, arsenikti derken şimdi de cayır cayır yanma riski ile karşı karşıyayız.. Niye çünkü sigara içmek için sokaklarda dolanmaktan kunta kinteye döneceğiz yakında... Bu insanoğlu böyledir işte hiç bir şeyden memnun olmaz.. Ankara’nın yüksek bir bölgesinde görev yapmakta olduğumdam esintinin hiç kesilmemesi nedeniyle geçen haftaya kadar üşürken şimdi yanıyoruz..

Sigara içmek için dışarı çıkmanın bir avantajı oldu aslında bize, hem görüşmüş oluyoruz, hem çok iyi geyikler çıkıyor ortaya...Bu sabah ki geyiğimiz şuydu ; Bir arkadaşım Göksu Parkındaki suyun bunca su sıkıntısı tantanasına rağmen hiç eksilmediğini sürekli aynı seviyede kaldığını söyledi.. Hiç mi buharlaşmıyordu bu su? Gökçek bizim temiz suları bu göle mi veriyor yoksa dedi.. Bir diğeri Gökçek’in "Ankara’nın iklimini ılıman yaptım" diye hava attığından bahsetti derken, konu artık ilimizde tropikal bitkilerin yetiştiğini, hatta bir semtimizde papağanlara rastlandığını söyledi.. Yakında tropikalleşmeyip, temelde çölleştiğimizi anlayacak olan bu tropik iklim canlıları bizi terkettiğinde ise, arabaları bi kenara bırakıp develerle sokaklarda dolaşacağımız kanaatine vardık hep beraber.. Ama tabi deve boku düşürmenin cezası olacağından, develerimizin arkasına koca bir torba asmamız gerekecek ve iniş binişlerde düşmemek için bayaa sıkı tutunmamız.. Zira sigara yasağı ile yere sigara ve sigara paketi atmak yasak iken diğer her türlü çöpü sallamak serbest.. Ama millet develere yönelince de muhtemelen deve boku düşürmek de yasak olacak memlekette.. Arkasından da develere mahsus bir hastalık çıkacak ki, kendimizi asla güvende hissetmeyelim.. Hatta böyle diken üstünde yaşamaktan hepimiz “deve dikeni” olacağız tahminen.. Tamam bir çiçek olduğunu biliyorum ama hastalık adına daha çok benzediğini kabul edin efendim siz de..

Sabahın bir diğer konusu da artık kuaförlerde sigara içilmediği için hanımların manikürü bile kuaförün önüne yerleştirilmiş koltuklarda yaptırdığı idi. Hatta mahremiyet kalmadı memlekette diye gelen yorum üzerine epeyce gülüp, güzellik salonlarında yapılan bilimum işlemin dışarıda yapıldığını canlandırdık gözümüzde.. Kahraman Türk Kadını sigara uğruna her şeyi göze almıştı anlaşılan... Bir yandan kadınları çarşafa sokmaya çalışırken bir yandan sigarayı yasaklayıp, kadınları sokaklara dökeceklerini hiç düşünmüşler miydi acaba?

Dönelim su sorunumuza, geçenlerde bize gelen bir arkadaşım tuvaletten çıktıktan sonra "klozetin sifonuna ilaç mı koydunuz?" dediğinde, lam yoksa pis mi bırakmışız tuvaleti diye düşünürken, "..suyunuz kıpkırmızı akıyor." dedi... Yok dedim ilaç felan koymadık, herhalde maç var diye Gökçek o gün kırmızı su vermişti Ankara’ya bir kaç saat, zira sonrasında da yoğurt katmış gibi beyaz akmaya başladı su. Bizim binadan kaynaklanan bir problem olduğunu düşünmedim çünkü sonrasında yakın semtlerde oturan arkadaşlarında sularının aynen öyle olduğunu duydum. Sanırım suya rağmen susuz bir yaz geçireceğiz bu sene..Ya da kirlenelim diye yıkanacağız falan.. Şimdilerde herkes evine şu kapıya getirilen sulardan ikişer tane alıp, ucuzunu yemeğe çaya, pahalısını sofraya kullanıyormuş.. Yakında su fiyatları fahiş seviyesine ulaşır. Bu fahiş de ne demekse.. Fahişenin erkeği mi nedir? Ama fahişe kadın olurken, fahiş fiyat tamlayabiliyor sadece.. Neyse konuyu dağıtmayalım..

Belki bu su satan şirketlerin değişik uygulamaları başlar bu gidişle, mesela güğüm şeklinde damacanalarda banyo suyu, küçük şişelerde diş fırçalama suyu, maşrabalarda da abdest suyu falan satarlar bize.. Türk icadı ve ev tipi arıtma cihazlarının yakında internette yer almaya başlayacağını tahmin ediyorum bir de..

Hayır yani ülkemizin uzun mu uzun bir nehrini evlerimize getirdi aslında Gökçek ama işe biz başkentliler memnun olmuyoruz bir şeyden.. Sokaklarda şarıl şarıl havuzlar, şelaleler akıyor, sulama tankerleri sürekli cadde kenarlarında pusu kurup, gelen geçen arabalara "böö..!" yapıp kazalara neden olurken, bir de ağaç ve çimenleri suluyor ama biz gene memnun olmuyoruz..

Caddelerde ağaç kalmadı bu yaz beyin kanaması oranı artacak gölgesizlikten, kaldırımlar o kadar daraldı ki yakında aldım verdim ben seni yendim tarzı yürümeye başlayacağız yollarda, hepimiz “cat walk” biliyor olacağız. Gittiğimiz başka şehirlerde yürüyüşümüzden tanıyacaklar bizi bu yüzden.. Aa sen Ankara’lımısın diyecekler walla..

Alt geçitler biraz daha artarsa gün yüzü göremeyeceğiz zaten.. Gün yüzü görenlerinde görebileceği yegane şey de üst geçit olacak zaten.. Sürekli geçit töreni şeklinde yollarda dolanıp duracağız anlayacağınız...

Gökçek bu seçim aday gösterilmeyecekmiş, bu su sorunundan yıpranmış zira.. Yani bu zamana yıpranmamış da, sudan bi sebepten yıpranmış ona yanıyorum ben..

Kalın sağlıcakla
Bir Ankara’lı

27 Haziran 2008 Cuma

HAYRETÜL BETÜL'LERİM (3)

Spiritüellik, ezoterizm, kabala, reiki, fengshui derken bir başka deryada boğulmaya başlamıştım ki bu defa Antik Mısır Sırları adlı kitabın elime geçmesi ile bu defa zaten ilgi alanımdan hiç çıkmayan Mısırlıların Firavunlardan önceki medeniyetleri ve asıl öğretilerini öğrenmeye başladım. “Vay canına..!” bir kitaptı gerçekten.. Asıl Mısır Firavunların şaşalı yaşadıkları dönem değildi meğerse...Hatta Mısırlılara uzaydan gelen de olmamıştı... Bu konuya daha sonra döneceğim...
Van Daniken yanılıyordu yani..Açıklayacağım... Azz sonnraaa...
Mısırlıların ruhban sınıfı olarak adlandırılan sınıfındaki rahipler özenle seçiliyor ve özel eğitimlerden geçiyorlardı ki, bu eğitimler gerçekten yıllarca sürebiliyor, usta-öğrenci temeline dayanan bu eğitimin sonunda inisiye adı verilen ruhun bedeni terkedip yeniden bedene dönmesi aşamasına geliniyordu. Bu aşamada öğrenci büyük piramitlerin içinde adlarına kral kraliçe odaları denilen, ancak herhangi bir mumyaya rastlanmayan odalarda bulunan lahitlerin içlerine bir gece yatırılıyor ve inisiye olmaları bekleniyordu. Yani aslında gizemli büyük piramitlerdeki kral kraliçe odası sanılan pek çok oda (Keops ve diğerleri) firavunlar için değil bu tür araştırma ve eğitimler için yapılmıştı..
Ruhban sınıfındakiler hakla asla ilişkiye girmiyor, bu öğretiler gizli olarak sadece onlar tarafından bilinebiliyordu. Musa'nın asasını yılana döndürdüğünde, Mısır rahiplerininde kendi asalarını yılana dönüştürebildiklerini hatırlarsınız. Bu nedenle Mısır'ın asıl medeniyetinin yozlaşıp da firavunların debdebeli hayatlara geçip de kendilerini Tanrı ilan ettikleri dönemlerde ruhban sınıfından kalanlar firavunların danışmanları olmuşlardı. İşin özü firavun dönemlerinden önce, çok Tanrılı din daha Mısır’da başlamamıştı. Onlar tek Tanrı'ya ve hatta bizim Tanrımıza inanıyorlardı. İnisiye eğitimi alan rahiplere öğretilen pek çok isim günümüzde kullandığımız melek isimlerine bu nedenle çok benzemektedir. Ancak daha sonra ki yüzyıllarda firavun hanedanlarının başlamasıyla bu melek adlarının ve rahip adlarının pek çoğu tanrısallaştırılmış ve heykelciklere verilerek tapınaklardaki yerlerini almışlardı.
Tam bu konudaki bilgimi genişletme aşamasına geçmiştim ki, bu defa da Mısır Medeniyetinin aslında bir çoklarının söylediği gibi yoktan hoop diye varolmadığını yine bir çok kişinin düşündüğü gibi bir efsane değil gerçek olan Mu Kıtasından göçen ruhban sınıfı tarafından oluşturulmuş bir medeniyet olduğunu öğrendim.. Yani tarihte geriye doğru bir yolculuğa çıkmış gibiydim..
İşin içine Mu Kıtası girince bu defa Atatürk'ün yapmış olduğunu bildiğim araştırmaları aklıma geldi.. Daha önce okuduğuma göre Mustafa Kemal Türklerin kökeni hakkında pek çok araştırma yaptırmış ve bu konu ile ilgili de pek çok aydına görev vermişti. O dönemde Tahsin Mayatek Atatürk için James Churchward tarafından yapılan Mu Kıtasına dair araştırmaları Türkçe'ye çevirmişti. Şimdi bir kısmı TBMM Müzesi bir kısmı da Anıtkabir'de bulunan bu notlar, maalesef Kenan Evren tarafından” haklın okuması uygun bulunmadığı” için okunamıyor. Ancak Cruchward'ın dünyanın pek çok bölgesinde takip ettiği izlerin sonucunda bulduğu tabletlerde Mısır, Maya, Aztec, Kızılderililer ve Budistlerin Batık Kıta Mu'dan göç eden rahipler olduğuna dair ip uçlarına rastlanmaktadır. Mustafa Kemal tabletlerde yer alan pek çok kelimenin Türkçe'de var olan bir çok kelimeyle çok benzediğini ispatlayan notlar almış ve o dönemde Türk Dil Kurumu'nun kurulmasını talep ederek bu konuyla ilgili araştırma komisyonları oluşturtmuştur. Mustafa Kemal'in vardığı sonucun ne olduğunu bilemiyorum ama konu giderek ilginçleşmeye başlamıştı benim için.
Dünya da pek çok piramit olması örneğin inkalar, mısırlılar, mayalar vb bu insanların birbirlerinden oldukça uzakta bölgelerde yaşamaları ve birbirileriyle iletişim halinde olduklarına dair gerek yaşadıkları tarihlerin uyuşmazlıkları, gerekse başka bir delile rastlanmadığından aynı kökten gelmiş olabileceklerine dair bir kanıt olarak gösterilmektedir.
Varılan sonuca göre Mu Kıtası şimdiki Kuzey Amerika'ya yakın okyanusun ortasında bir kıtaymış ve onlar evrenin enerjisi, öte alemlerle bağlantı kurma vb bir çok tekniğe sahip olduklarından (ve bu arada bizimle aynı Tanrıya inandıklarından) dolayı Mu Kıtası yok olmadan binlerce yıl önce kıtanın yok olacağını bildiklerinden bu öğretilere haiz ruhban sınıfını yavaş yavaş çevredeki kıtalara göç ettirerek dünyanın dört bir yanına göndermeyi başarmışlardır. Yine Mısırlılarda olduğu gibi halka asla açıklanamayan bu gerçek neticesinde Mu kıtasının yok oluşuna neden olan tufanın ardından yeryüzünde Mu kıtasının yerli halkından çok ruhban sınıfından olan pek çok insan yaşamaya başlamış ve bunlar göç ettikleri yerlerde zamanla her biri kendi kültürünü oluşturarak öğretilerine ve tekniklerini kullanmaya devam etmişlerdir. Yüzyıllar içinde kulaktan kulağa aktarılan öğretilerin bir çoğu farkılaşmış olsa da hepsinin özünde evren ve enerjisinin yer aldığı bir gerçektir. Bu gün doğu felsefelerinin pek çoğunun özünde aynı mantığa dayandığını hepimiz bilebiliriz.
Hatta daha da ileri gidilerek Adem ve Havva'nın aslında bir yeryüzü cenneti olan Mu Kıta'asında yaşadıkları ve Kur'anda bahsedilen Adn cennetlerinin burada var olduğu iddia bile edilmektedir. Aynı şekilde Sümerlerin tabletlerinde cennet gibi olan Eden Bahçelerinden bahsedilmesi de ayrıca ilginç bir noktadır.
Mısırın bu gün bu kadar ilgi çekici bir yer olmasının temelinde piramitler ve hala bir çoğu hala çözümlenemeyen hiyeroglifler yatmaktadır. İddiaya göre bu hiyerogliflerin içlerine bu öğretiler rahipler tarafından gizlenmiş ve günlük hayat hikayelerini yansıtıyormuş hissi verilmek istenmiş. Mısırın ölüler kitabında anlatılan ölünün Maat'ın salonuna girişi ve vicdanı ile bir tüyün terazide ölçülerek sorgulanmasının hikayesi bizim inanışımızdaki cennet cehennem kapısındaki meleklerin sorgusuna çok benzemektedir. Mısır'a göç eden rahiplerin diğer yerlerden daha çok öğretiye yönelmesi sebebiyle Mısır diğer medeniyetlerden daha çok öne çıkmış durumdadır. Tarihte pek çok filozof ve hatta Hz. Musa'nın bile bu tapınaklarda eğitim aldığı iddia edilir. Musa bu nedenle Mısırlı rahiplerin yapabildiği bir mucizeyi Allah'ın izniyle gerçekleştirebilmiş ve asanın yılan gibi gözükmesini sağlamıştır. Örneğin Eflatun bunlardan biridir. Bu öğretilerin yer aldığı pek çok kitabında bu tapınaklarda yetişmiş rahipler tarafından yazılmasına rağmen İskenderiye Kütüphanesinin yanmasıyla yok olduğu iddiasıda bir başka rivayetidir.
Aztekler, inkalar, mayalar vb. medeniyetlerin çoğunda Mısırlılarla benzer astronomik bilgiler, matematiksel değerler ve takvimler kullanılmıştır. Daha önce dediğim gibi bunların tek bir kökenden geldikleri düşünülürse aslında pek çok soruya da cevap bulunmuş olmaktadır. Ama maalesef bu konudaki araştırmaların birbirinden kopuk ve az olması nedeniyle henüz kamuya açıklanmış net bir bilgi bulunmamaktadır.
Bu yazdıklarım bana mantıksız gelmemekle beraber henüz keşfine varamadığım ve kafamda oturtamadığım pek çok konu var maalesef ...
Geçtiğimiz yıl okuduğum ve buRAK özDEMİR tarafından yazılan "Tanrı'nın Doğum Günü" isimli kitap ise dumuruma dumur ekleyerek, kafamda birikenlerin bir çoğunun oturmasına bir çoğununsa iyice uçuşmasına sebep oldu maalesef... Bu kitaptan edindiğim bilgilerle yıllardır biriktirdiklerimin kıyaslanmasını da başka bir yazıya bırakıyorum o yüzden..

Saygı ve sevgiler
Meraklı hayalperest Fasulye

HAYRETÜL BETÜL'LERİM (2)



Reenkarnasyon konusu merakım devam ederken nereden edindiğimi hali hazırda çözemediğim bir Antik Mısır Tarihi ilgisi başladı bende..


Hatta konuyla ilgili okuduğum pek çok bilgide Tutankamon en ilgimi çekenlerden biri oldu. Neden biliyor musunuz? Çünkü Tutankamon çok kısa süre firavun olabilmiş, çok genç yaşında başının arkasından vurulan biri cisimle öldürülmüştü.. Tabi ki o kadar uçtum ve acaba ben Tutankamon'muyum diye kısa süreli de olsa bi kısa devre yaşadım... Ama sonra bende sizin gibi bunu pek mantıklı bulmadım.


Ama bu Mısır merakım da nereden geliyordu kuzum Allahaşkına? Önceki hayatımda Mısırlı olabilir miydim? Yine orta gençlik devrelerimde çalıştığım iş yerlerinden birinde Mısırlı bir arkadaşım olmuştu. Tam da benim Mısır sevdamın ayyuka çıktığı dönemlerde karşıma bir Mısırlının çıkması tesadüf olamazdı.. Çünkü ne diyordu Simyacı'da, "Hiç bir şey tesadüf değildir". Ailesi Kahirede yaşayan arkadaşım, ardı ardı kesilmeyen ve kendini tarih sınavında hissetmesine sebep olan abuk sabuk bir yığın soruma günlerce maruz kaldıktan sonra, bir gün bana "Sen beni Mısırlı olduğum için seviyorsun” demişti. Yalandı oysa, ben onu Mısırlı olduğu için sevmiyordum sadece, ama gerçek bir Mısırlı ile konuşmak beni heyecanlandırıyordu. Bu arada arkadaşım hiç Türkçe bilmediği için, benim İngilizce'min ilerlemesine büyük katkı sağlamıştı. Kendisine buradan teşekkürü bir borç bilirim ve onu hala çok sevdiğimi bilmesini isterim..


Derken Mısır'da bir dönem tek tanrılı dine geçilmiş olduğunu öğrendim.. Çok kısa bir dönem olarak (bir firavun ömrü kadar) yaşanan bu tek tanrılı inanışa geçiş döneminde Mısırın yaşam merkezi değiştirilmiş ve günlük yaşamı etkileyen pek çok yenilik yapılmış olsa da, bu inanışı yerleştiren firavunun ölümünün ardından yeniden çok tanrılı inanışa geri dönülmüştü. Tek tanrılı inanışa geçiş bana ilginç gelmişti, çünkü tarzı bir anda değiştiren Mısırlılar bu arada bizim Tanrı'mıza inanış şekillerimize benzer eylemlerde bulunmuşlardı. Ama o dönemde onlara gelmiş herhangi bir Peygamber ya da Nebi olduğuna dair bir kayıda rastlanmıyordu.


Sonraları bir süre II. Ramses'in hayatı üzerine pek çok bilgi okumaya başladım. Hatta yine o dönemde Mısır turizmini artırmak maksadıyla piyasada Mısır ile ilgili pek çok roman yayılmaya başlamıştı. Sanırım o serilerden birinde II. Ramses ve çok sevdiği karısı Nefertary'nin aşkından o kadar etkilenmiştim ki, hali hazırda Nubyeli Kraliçe Nefertary için II. Ramses tarafından yapılan tapınakları görmek için Abu Simbel'e gitmek en büyük hedeflerimden biridir. Kısmetse bu Şubatta böyle bir planım da var, eğer gider de görebilirsem size anlatırım..


Çizgi film seyretmeye bayılırım bu arada, evde yüzlerde cd ve dvd kolleksiyonum var.. Dreamworks tarafından hazırlanan "Mısır Prensi" yine o dönemde defalarca seyrettiğim bir çizgi film olmuştu, bahsettiğim nedenlerden dolayı. Filmde Hz. Musa'nın hayatı anlatılıyor, dönemin firavunu Seth'in gördüğü bir rüyayı yorumlatmasının ardından, o sezonda doğan bütün erkek çocuklarını öldürtmesi ile başlayan ve Musa'nın nehirde sepete bırakılıp da Seth'in karısı tarafından bulunup büyütülmesini anlatan filmde Musa'nın birlikte büyüdüğü geleceğin firavunun II. Ramses olduğu belirtiliyordu. İzlemeyenlere tavsiye ederim. Ancak asıl tarihi kaynakların söylediğine göre ise Musa ile II. Ramses'in yaşadığı dönem arasında iki, üç yüzyıl kadar bir fark olmalıydı. Yani dalgalar aralanıp da Musa ve halkına yol açtıktan sonra dalgalarda boğulan firavun II. Ramses olamazdı.


Ayrıca o filmde II. Ramsesin aşık olduğu kadın Nefertary değil, bedevi kızlarından biri olduğuydu.. Ama olsundu.. Ben II. Ramsesin aşık olduğu bütün kadınları sevmiştim bir kere...


Mısır fantazilerim içerisinde epey bir yol aldıktan sonra, nihayet Türkiye'de internet dönemi başlamıştı ve o zamanlar olmayan google yerine alta vista ve yahoo kullanarak henüz Türkçe kaynak bulunmayan internette başka bilgilere ulaşmaya çalışıyordum.


Bu arada online kitap satışları devrinin açılması ve Türkçe'ye çevrilen kitap sayısının ve çeşitliliğinin artması üzerine başka yeni ilgi alanları bulmaya başladım kendime.. Bunlardan birisi de diğer medeniyetlerin sırlarıydı.. Yani en etkileyici uygarlık Mısır değildi, diğer uygarlıklarda pek çok ilginç inanış ve yaşam tarzları vardı..Tabii ki National Geographic'in Türkçe yayınlanan ilk sayısından bu yana da okumayı hiç ihmal etmedim..


Maya, Aztec, Sümerler vb pek çok uygarlıkla ilgili bilgiler okudukça aralarındaki garip benzerlikler beni şaşırtmaya başlamıştı. Ama bu benzerlikleri benden önce gene birileri bulup yazmış ve bir kaç medeniyet arasındaki yedi benzerliği bulmak için yorulmama gerek kalmadan, onların yazı ve belgesellerini takip ederek bu bilgiye bende ulaşabilmiştim. Biraz bilimsel, biraz rivayete dayalı, biraz halk efsanesi, biraz kutsal kitap metinleri falan derken epeyce kafam karışmıştı aslında, çünkü kesin olarak kanıtlanamayan ama olduğu varsayılan ya da beni inandıran pek çok bilgi vardı elimde...


Bunların içinde boğulup duruken bir de üzerine Bermuda Şeytan üçgeni adlı bir kitap okuyarak iyice sulandırdığım beynimi kısa bir süre de olsa tarih kitaplarından kurtarıp manyetik alanların oluşumu ve etkilerine doğru yönlendirdim. Kitaptan aklımda kalan Bermuda Şeytan Üçgeni olarak adlandırılan bölgede bir manyetik alan olduğu ve nesnelerin orada olmalarına rağmen görünmez oldukları anlatılıyordu. Daha sonra Tesla’nın çalışmalarından yola çıkılarak yapıldığını anladığım Philadelphia Deneyi sonucunda büyük bir gemi manyetik alan oluşturularak görünmez hale getirilebilmişti. “Woouw”du tabii. Ama nedense bu sadece bir kez oluşturulabilmiş ve bir daha denenmemişti. Hayatını sonradan okuyup öğreneceğim Tesla hala hayranlıktan ağzımı açık bırakacak deneylere imza atmış bir dahi.

Tabi bu tür kitaplara sarmışken “Tanrıların Arabaları” kitabıyla hatırlayacağınız ve uzaylıların dünyaya ziyarete gelip de medeniyetleri nasıl etkilediklerini anlatan Eric Van Daniken’in de hakkını yememek lazım. Piri Reisin hala o dünya haritasını nasıl çizmiş olabileceğine dair bir fikrim olmadığı içinde elimde sadece Daniken’in söylediği uzaylı fantezisi kalıyor maalesef.

Çünkü bu yazı dizisinin sonunda anlayacağınız gibi yıllarca okuduğum pek çok şeyi öyle ya da böyle bir şekilde kafamda birleştirmiş olmama rağmen Piri Reis’e hala bir rol biçemedim. Aslında bir tahminim yok değil ama kafamdaki yaftayı yapıştırmak için kendisi ve hayatı hakkında daha çok bilgi edinmem gerekiyor. O nedenle şimdilik kamuya açıklamak istemiyorum...

Ben meraklı bir burcun üyesi olduğumdan ve konudan konuya atlayan maymun iştahlı burç olarak tanımlandığımdan bir süre bu konuyla oyalandıktan sonra antik medeniyetler konusuna bir dönüş yaptım ama bu defa tarihsel bilgiden çok gizli öğretiler kısmı ilgilimi çekmeye başladı..
Devam edecek... (bkz. Hayretül Betüllerim 3)
Fasulye

HAYRETÜL BETÜL'LERİM (1)

Evrendeki çok bilinmeyenli denklemleri çözenleri, ya da çözdüklerini iddia edenleri daima kıskanırım.. Birilerinin benden çok bilip de, çok bulması egosu yüksek benliğime baskı yapar çoğu zaman.. Çocukluğumdan beri bir seçilmişlik fantazisizi taşır ruhum oysa benim.. Ama bırakmıyorlar ki bir şeyi de ben bulayım.. Bir sırrı da ben çözeyim..

Herneyse bu sır çözme, keşif yapma heyecanı ile yaşadığımdan, muhteviyatı adrenalin yükselten konulara olan ilgimi de törpüleyemem bir türlü bulduğum her yazıyı okurum..

Geçen ki Amasra yazısının sonunda bahsettiğim Maya Takvimi ve Kehanetleri de bu ilgi alanım dahilindedir, Mısır, Mu Kıtası, Evrenin Enerjisi, Doğu Felsefeleri ile ilgili herşeyi bilmek istedikçe maalesef sonu gelmez bir yola çıktığımı anlayıp hüsrana uğrarım..

Her bir okuma öğrenme sürecinin ardından kafamda birikenleri yeniden düzenler, kendi kurgularımı oluştururum ama, varılmamış sonuçlara ulaşmak henüz kısmet olmadı..

Eski medeniyetlerin birbirinden bi haber olarak vardıkları sonuçlar, oturttukları methodlardaki benzerliklere hayranlık ve hayretle yaklaşırken, bir yandan da kehanet ve kahinlere ilgi duyarım.. Yani "bu günü yaşar geçmiş ve geleceği öğrenmek için çabalarım" gibi bir felsefem vardır.

Hiç unutmam ilkokul yıllarımdı sanırım, o zamanlar meşhur olup da şimdi televizyon stüdyosuna dönüştürülen bir sinemada annemle bir filme gitmiştik. "Omen II". Birincisi olup olmadığını bile bilmediğim bu filmde 10-11 yaşlarında yatılı okulda okuyan bir erkek çocuğunun incilde bir gün geleceği rivayet edilen şeytan olduğunu farketmesi hikaye ediliyordu yanlış hatırlamıyorsam. Hatta yer altında bir yerde bulunan bir eski yazıtta bu hikaye resmedilerek çocuk tasvir edilmişti. Çocuğun kafasında bir işaret olacağından bahsediliyordu bi rivayette ve filmde bu çocuğu kızdıran herkesin başına kötü bir şeyler geliyordu. Çocuk bir süre sonra bu felaketlerin nedeninin kendisinin olduğunu anlıyor ve bu felaketler zincirini bir süre sonra bilinçli olarak oluşturmaya çalışıyordu falan. O yıllardan bu yıla kadar hala bu filmi bu kadar hatırladığıma göre ne kadar etkilendiğimi tahmin edersiniz herhalde.. Peki neden bu kadar etkilenmiştim bu kadar onu da söyleyeyim.. Çünkü benimde başımda doğuştan benzer bir iz vardı, ama saçlarımın arasında kaldığı için dışarıdan farkedilmiyor bu sırı ailem, ben ve kuaförüm biliyorduk sadece...
Dedim ya oldum olası ben seçilmişim egosuna sahip bir arkadaş olduğumdan dolayı, bu filmi de izledikden sonra seçilmişliğimden hiç şüphem kalmamıştır. Bu güne kadar herhangi bir icraat gösterememiş olsamda, öğrenmeye çalıştığım gelecek de bir gün şimdiki çocukların tabiri ile bir süper kahraman olma umudumu hala kaybetmiş değilim. Umuyorum ki makus talihimin bana oynadığı oyunlarda bir gün galip gelecek ve bir örümcek tarafından ısırılmaya gerek kalmadan içimdeki kahraman kendiliğinden dışarı çıkacak.. Var olduklarını tahmin ettiğim geçmiş yaşam maceralarımı bilincimin içinden bulup çıkarmayı başarsam belki biraz ipucu toplayacağım ama henüz öyle bir bulguya rastlanılamadı bende.. Beyin sorguya cevap vermiyor...
Yine özel olduğumu düşünmeme sebep olacak bir diğer hikayemde şöyledir.. Efendim yıllar önce Nokta dergisi vardı, tevellütü bana denk olanlar bilirler.. Çok ciddi haberler yayınlayan güzel bir dergiydi.. İlk gençlik yıllarımda bende artık hayatı ciddiye alan insan modeline geçtiğimi düşündüğümden olsa gerek ki mahallenin gazetecisinden her hafta gider havalı bir şekilde dergimi alır ve dip köşesine kadar okuyarak kültür seviyemi yükseltirdim.Bu derginin bir sayısında konu Reenkarnasyon'du.. Adana civarında bu tür olaylara çok sık rastlandığından bahsediliyor ve fotoğraflanan kişilerin hayatlarından örnekler anlatıyordu. Bunların hepsi önceki yaşamlarını hatırlayan ve bahsi geçen bölgede yaşayan halktan kişilerdi. Özellikle bir tane küçük kız vardı ki o yan köylerden birinde çocuk doğururken ölmüş ve yan köyde yeniden doğmuştu. Hatta o eve gidip albümlerden eski akrabaların falan adlarını sayabilecek derecede önceki yaşamını hatırlıyordu. Kızın fotoğrafı da vardı dergide.. Hatta adı da Lever'di bu kızın.. Bir diğer kişi değirmeninde asılarak öldürüldüğünden boynunda bir izle yeniden dünyaya gelmişti.. Bir diğeri oduncu idi önceki yaşamında ve ayak parmaklarını baltayla kestiğinden bu yaşamında doğuştan ayak parmakları yoktu.. Şimdi benim izimde acaba önceki yaşamımda kafama vurularak öldürüldüğüm için mi vardı, yoksa ben mi seçilmişmiydim ikilemine beni sürükleyen bu yazı dizisi bu tür konulara olan merakımı iyice celbetmiş, reenkarnasyon hakkında bulduğum her şeyi okumaya başlamıştım ki, o devirlerde internet diye bir şey olmadığından dolayı maalesef öyle bir kutucuğa kelime yazarak arama yapmak pek mümkün değil idi. Mahalle arası kırtasiyecilerin olduğu ve kitapçılarda daha çok ders materyallerinin bulunduğu bir devirdi ayrıca.. Ama Yaşar Nuri Öztürk o zamanda vardı tabii... Ve ben gazetenin birinde Yaşar Hocamın konuya ilişkin çok açıklayıcı bir yazısını okumuştum .. Yazı da islamiyetin reenkarnasyona bakışı anlatılıyordu...

Hocama göre islamiyette üç tip düşünce vardı konuya ilişkin.. Şimdi bende size bu üç düşünceyi anlatınca siz de en az benim o yıllarda ulaştığım aydınlığa yakın bir derece aydınlanmış olacaksınız...İlk görüş diyordu ki ; Reenkarnasyon diye bir şey kesinlikle yoktur.İkincisi ise ; Reenkarnasyon istisnai durumlarda olabilir.Üçüncü görüşü tahmin edin; Reenkarnasyon her ruh formunda vardır.. Burada parantez içinde belirteyim "Ruh formu" terimi Şaman Kral çizgi filminden literatürüme geçmiş bir kelimedir. Konu hakkında derin bilgim ya da terim ürettiğimden diildir.

Reenkarnasyonun var olduğunu iddia eden islami kesim buna dayanak olarak Kur’an’da yer alan bazı ayetleri gösteriyordu. Bunlardan en çok adı geçeni Bakara Suresinin 28. ayeti idi. Ayette bizim bilmediğimiz bir şekilde oluşturulduğumuz, yine bilemeyeceğimiz bir şekilde yeniden öldürüleceğimiz ve yeniden diriltileceğimiz söyleniyordu. Daha sonra gerek Kur’anda gerekse konu ile ilgili edindiğim başka kitap ve açıklamalarda farklı ayetlerdede reenkarnasyonun varolabileceğine beni ikna edecek bilgilere rastlasamda yüzde yüz bir eminliğe hiç bir zaman sahip olamadığımdan, geçmişimle ve süper kahramanlığımla ilgili başka bulgulara da ne yazık ki erişemedim...

(Devam edecek bkz. Hayretül Betüllerim 2)
Fasulye"Küçüktüm ufacıktım, top oynadım acıktım"

26 Haziran 2008 Perşembe

TEŞEKKÜRLER...

"Hepimiz sizlerle gurur duyuyoruz"

20 Haziran 2008 Cuma

"DÜNYANIN GÖZÜ" ÜZERİNİZDE.. Çeşm-i Cihan : Amasra


Fotoğraf Kaynağı: http://fotogaleri.ntvmsnbc.com/detay.aspx?categoryID=9&galleryID=1386&picID=17187&dp=1

ÇEŞM-İ CİHAN "dünyanın gözü"Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’un fethinden sonra Anadolu’nun iç kesimlerinde kendisine problem çıkaran birtakım ufak tefek devletin üzerine yürümeye karar verir. Karaman’ın yarattığı baş ağrısını gidermeden önce Anadolu’dan gelecek diğer tehditleri ortadan kaldırması gerekmektedir çünkü. Karamanla meşgulken ayağına dolanacak sıkıntı istememektedir. Bu nedenle 1460 yılında Bartın, Kastamonu, Sinop ve devamında Trabzon’u içeren bir sefere girişir. Bu seferdeki asıl amaç Bizans’ın mirasçısı olduğunu iddia eden ve bir süre Bizans’ın da yönetimini üstlenmiş Komnenos ailesince idare edilen Trabzon Pontus Rum Devleti’nin ortadan kaldırmaktır.Bartın ve çevresi Osmanlı hakimiyeti altındadır ama Amasra bir Ceneviz Kolonisi olarak bağımsız bir yönetimdir. Amasra Karadeniz ticareti için çok kritik bir noktadır ve doğal limanı sayesinde pek çok denizci için uğrak yeridir. Dillere destan güzelliğini Fatih öteden beri bilir. 1460 yılı sonbaharında ordusuyla birlikte Bartın’a karargahını kurar büyük sultan. Osmanlı Donanması da denizden Amasra açıklarına varmıştır. Savaşmanın akıl karı olmadığını düşünen Ceneviz Senyörü kan dökülmeden şehrin anahtarını Bartın’da bulunan padişaha yollar. Fatih vezirleri ile birlikte yaklaşık on beş kilometrelik yolu atıyla kısa sürede alıp şimdi Bakacak adıyla anılan yere gelir. Amasra’nın enfes manzarasına işte tam da bu noktada şahit olur Fatih. Amasra’nın doğal güzelliğinden çok etkilenen Fatih’in hocasına dönüp “Lala, lala, Çeşm-i Cihan* bu mu ola ?” dediği rivayet edilir.

Kaynak : blog.milliyet.com

Küre Dağları Milli Parkına 40 km mesafede kurulma ihtimali olan termik santral, yıllardır haydi haftasonu bir yerlere gidelim diye düşüdüğümüzde ilk aklımıza gelen adres olan Amasra'nın doğal ve tarihi güzelliğini tehlike altına sokuyor.Nesli tükenmekte olan pek çok bitki çeşidini de barındıran Amasra, enerji ihtiyacımıza kurban edilecek.. Peki doğadan alacağımız enerji ihtiyacımızı karşılayacak yer bulamayınca ne yapacağız.. Ülkemizdeki tüm kaynakları, başedilemeyen ihtiyaçlarımız için yok edersek, tüm ihtiyaçlarımız karşılandığında nerede yaşayacağız...

"Kıyametten korkuyor musunuz? Maya takvimleri 2012'de tufan olacak diyor... Kıyamet'in kutsal kitaplarda yaşamların sonu olarak tasvir edildiğini biliyor musunuz?... Diğer yaşamların sonunu getirdiğinizde, sizinkinin de sone ereceğinin farkında mısınız? O halde dünyanın gözünü kapatmasına, göz yummayın!"

Fasulye

16 Haziran 2008 Pazartesi

SÖZDEN ÖTESİ...


1992 yılında Ron Fricke yönetmenliğinde ve Mark Magidson yapımcılığında yaratılan Kanada yapımı BARAKA belgeseli 6 farklı kıtada yer alan 24 ülkede tam 5 yıl boyunca yapılan çekimler sonucu bir araya getirilmiş, etkileyici yaşam ve doğa görüntülerinden oluşmaktadır. Başlangıçta herhangi bir kurgusu veya senaryo düşünülmeden rastgele serpiştirilmiş görüntülerden oluştuğunu düşündüren belgelesel insan, yaşam ve doğa üzerine kurgulanmış oldukça etkileyici bir 96 dakika yaşatıyor..

THE HOST OF SERAPHIM - DEAD CAN DANCE


Seçmiş olduğum klibin daha başlangıcında görüntüye gelen iki katırın çektiği araba yaşamda kaldırabileceğinden fazlasını yüklenmiş bir sürücünün sonsuzluğa sürüklenişini çağrıştırdı bana. Lisa Gerrard'ın etkileyici sesinin görüntüye eklenmesi ve çarpıcı pek çok görüntünün ardı ardına gelişi ile de hepden bir hüzün doldurdu içimi.. Sanki kayıp bir neslin son görüntülerini izliyormuşum gibi hissettim nedense.. Sanki insanlığın sonundan önceki çaresiz çığlıklarını duyar gibi oldum..

Ülkemizde "Yaşamın Soluğu" ismiyle gösterilen belgeselin orjinal adı olan "Baraka" da zaten Tasavvuf dilinde de bu anlama geliyor. Dilimizde küçük sığınak anlamına gelen baraka kelimesi ve belgesel bir araya geldiğinde ise "Tanrı'nın sığınağı" ismini yakıştırdım bende kendimce belgesele.. Kaynaklarını tüketmekte olduğumuz ve oluşumundan bu güne Tanrı'nın, adına yaşam denilen yolculuğu tamamlamamız için gönderiği ve bizi gözetip ve kolladığı sığınak..

Yaşamın soluğu sadece tasavvufda değil doğu felsefe ve öğretilerinin pek çoğunun da ilham kaynağı.. Tanrının nefesi, evrenin enerjisi gibi pek çok farklı şekillerde algılanmış olsa da yüzyıllardır medeniyetlerin ve dinlerin tarihlerinde yer edinmiş bir kavram. Kendi nefesimizi bile duymadan yaşayıp durduğumuz dünyamızda yaşamın soluğunu hissederek yaşamayı umarım hepimiz bir gün öğreniriz.

"Kimseden doğduğu kişiliğiyle, ölmesi beklenemez"Fasulye

9 Haziran 2008 Pazartesi

ÖLMEMEK İÇİN GREVE GİDİYORLAR!



Tuzla Tershaneler Bölgesi'nde yaşanan olaylar artık can güvenliği kalmayan ağır sanayii bölgesinde çalışanların hayatta kalma mücadelesine dönüştü.

Son olarak Selahattin Arslan Tersanesi'ne bağlı Bektaş Boru Taşeron Şirketi'nde borucu olarak çalışan İhsan Turhan adlı boru montajcısının, üzerine kapak düşmesi sonucu yaşamını yitirmesi ile iyice gerilen sinirler, kaybedilenler listesinin 82'ye ulaşmasına neden olurken, bölgede görev yapanların da 16 Haziran 2008 tarihinde hayatta kalabilmek için greve gitme kararı almalarına neden oldu.

Çalışma koşullarının ağırlığı yetmiyormuş gibi, haftasonu tatili veya düzenli iş saatlerine bile sahip olmayan işçiler ağır sanayii bölgelerinde alınması gereken herhangi bir güvenlik önlemlerinin çoğu dikkate alınmadığı için canlarını tehlikeye atarak ekmek parası peşinde koşuyorlar.

Zaten yaşam şartlarının yeterince zor olduğu ve giderek de zorlaştırıldığı ülkemizde neredeyse alıştığımız vurdumduymazlıklardan biri yıllardır bu bölgemizde de yaşanıyor. 2007 yılında gerçekleşen kazaların ardından işçiler isteklerini aşağıdaki gibi sıralamışlarsada bu güne kadar herhangi bir tedbir alınmadığı ve işveren duyarlılığına rastlanamadığından kazalar bugün 82 canı almış ve 82 ailenin hayatında tuzla bir mezar olarak yerini almıştır.

Tersane işçilerinin talepleri

İş sağlığı ve iş güvenliği tedbirleri alınsın,
Ücretler ve sigorta primleri ana firma tarafından ödensin,
Taşeronlaştırma kaldırılsın, herkese kadro hakkı tanınsın,
Yevmiyeci işçiliğe son verilsin,
Servis hakkı verilsin,
7 saatlik işgünü, 35 saatlik çalışma haftası olsun

Hergün bürolarında, evlerinde, okullarında can güvenliği içinde çalışan bizler Tuzla'daki işçi kardeşlerimize buradan destek veriyoruz. Yaşama hakları kısıtlanan bu insanların sesini lütfen duyun. Ne başka ölümler olsun, ne başka ocaklar sönsün.. İnsanca yaşamak ve insanca haklara sahip olmak hepimizin hakkı..

Bu ülkeyi ve bu ülkenin vatandaşlarını korumak hepimizin görevi.. Kendi kendimizi yok etmemize sebep olanlara göz yummayalım..

TUZLADA YAŞAMA HAKKI İSTEYEN İŞÇİ KARDEŞLERİMİZ 16 HAZİRANDA HEPİMİZ SİZLERLEYİZ..

YA ELMA DÜŞMESEYDİ?


"Dünya beni nasıl görecek bilemem. Ancak ben kendimi önümde keşfedilmemiş gerçek okyanus duruken; kıyıda oyalanan ve sırasında daha parlak bir çakıltaşı, sırasında da daha güzel bir deniz kabuğu bulan bir çocuk gibi görüyorum." - Newton

Hemen herkesçe bilinen bir espriye göre elmaların ağaçlarından yere düştüklerini ilk keşfeden Newton olmuş. Espri bir yana Newton gibi büyük bilimadanları hepimizin günlük hayatımızda karşılaşıp, üzerinde fazla durmadığımız olayları bilimsel bir merak ve metotla ele alıp, bunlardan içinde yaşadığımız evren hakkında genel sonuçlara varabilen şaşırtıcı insanlardır. Bu espri kadar yaygın olarak, bilinmese de Newton'un hayatımızda önemli yerleri olan pek çok buluşu ve keşfi vardır. Lise eğitimi almış olanlar, fizik dersleri sırasında Newton'un Mekanik Kanunlarıyla, Evrensel Çekim Kanunuyla tanışmış, matematik dersinde ise Newton tarafından bulunmuş olan binom açılımını kullanmışlardır. Su ile çalışan elektrik santrallerinin inşaasında Newton sayısı olarak isimlendirilmiş olan bir parametreyi kullanan mühendisler için de Newton ismi yabancı değildir. Optikte ise yine kendi ismiyle anılan Newton saçakları ile tanınır. Evrene "Newton'un gözüyle bakıyoruz" demek de yanlış olmaz. Çünkü bugün astronomlar Newton'un fikirlerine dayanarak yapılmış olan yansıtmalı teleskoplarla gökyüzünü tarıyorlar.

Daha çok uzaması mümkün olan bu listeye son olarak Newton'un az bilinmesine rağmen bize en yakın buluşunu ilave etmekle yetinelim. Newton,dan önce paralar günümüzde olduğu gibi yazılı ve resimli yüzleri olan ama çevrelerinde deşikler, izler taşımayan, genellikle de değerli madenlerden kesilen ince diskler şeklinde yapılırdı. Zamanın uyanık bankerleri, altın paraları çevrelerinden farkedilmesi zor bir biçimde keserek kasalarındaki pek çok altına yenilerini katma yoluna gittiler.

Kanunlar para hırsı karşısında yetersiz kalmaktaydı. Newton Londra Darphane Müdürlüğü'ne getirildiği yıl bu probleme bir çözüm bulmayı başardı. Madeni paraların basımı işlemi sırasında kenarlarına deşikler atacak bir alet icat etti. Günümüzde her ne kadar paralar altından yapılmıyorsa da, taklitlerine mani olmak amacıyla tüm devletler aynı fikri uygulamaktalar. Ne var ki uyanık bankerlerde paralarına para katmanın değişik metotlarını geliştirmekten geri durmadılar. Newton ismini yanlız bilim ve mühendislik alanında değil, İngiliz parlementeri olarak politakada ve İngiliz Bilimler Akademisi başkanlığıyla yöneticilikte de başarıyla duyurdu.


...
Kaynak : Popüler Bilim, Mart 1996 , Sayı 28, Sayfa 9

TÜRKİYE DEVLETİ, ÜLKESİ VE MİLLETİYLE BÖLÜNMEZ BİR BÜTÜNDÜR - T.C. ANAYASASI

(Kurucu Mecliste Kabul Tarihi : 18.10.1982; Halkoyuna Sunulmak Üzere Tasarının Resmî Gazetede İlanı: 20.10.1982-17844; Kanunun Halkoyu ile Kabul Tarihi: 7.11.1982; Halkoyu Sonucunun Yayımlandığı Resmî Gazete Tarihi: 9.11.1982-17863 Mükerrer)

Kanun No. : 2709 Kabul Tarihi : 7.11.1982
BAŞLANGIÇ (Değişik: 23.7.1995-4121/1 md.)

Türk Vatanı ve Milletinin ebedî varlığını ve Yüce Türk Devletinin bölünmez bütünlüğünü belirleyen bu Anayasa, Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu, ölümsüz önder ve eşsiz kahraman Atatürk’ün belirlediği milliyetçilik anlayışı ve O’nun inkılâp ve ilkeleri doğrultusunda;

Dünya milletleri ailesinin eşit haklara sahip şerefli bir üyesi olarak, Türkiye Cumhuriyetinin ebedî varlığı, refahı, maddî ve manevî mutluluğu ile çağdaş medeniyet düzeyine ulaşma azmi yönünde;

Millet iradesinin mutlak üstünlüğü, egemenliğin kayıtsız şartsız Türk Milletine ait olduğu ve bunu millet adına kullanmaya yetkili kılınan hiçbir kişi ve kuruluşun, bu Anayasada gösterilen hürriyetçi demokrasi ve bunun icaplarıyla belirlenmiş hukuk düzeni dışına çıkamayacağı;

Kuvvetler ayrımının, Devlet organları arasında üstünlük sıralaması anlamına gelmeyip, belli Devlet yetki ve görevlerinin kullanılmasından ibaret ve bununla sınırlı medenî bir işbölümü ve işbirliği olduğu ve üstünlüğün ancak Anayasa ve kanunlarda bulunduğu;

(Değişik: 3.10.2001-4709/1 md.) Hiçbir faaliyetin Türk millî menfaatlerinin, Türk varlığının, Devleti ve ülkesiyle bölünmezliği esasının, Türklüğün tarihî ve manevî değerlerinin, Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılâpları ve medeniyetçiliğinin karşısında korunma göremeyeceği ve lâiklik ilkesinin gereği olarak kutsal din duygularının, Devlet işlerine ve politikaya kesinlikle karıştırılamayacağı;
Her Türk vatandaşının bu Anayasadaki temel hak ve hürriyetlerden eşitlik ve sosyal adalet gereklerince yararlanarak millî kültür, medeniyet ve hukuk düzeni içinde onurlu bir hayat sürdürme ve maddî ve manevî varlığını bu yönde geliştirme hak ve yetkisine doğuştan sahip olduğu;

Topluca Türk vatandaşlarının millî gurur ve iftiharlarda, millî sevinç ve kederlerde, millî varlığa karşı hak ve ödevlerde, nimet ve külfetlerde ve millet hayatının her türlü tecellisinde ortak olduğu, birbirinin hak ve hürriyetlerine kesin saygı, karşılıklı içten sevgi ve kardeşlik duygularıyla ve “Yurtta sulh, cihanda sulh” arzu ve inancı içinde, huzurlu bir hayat talebine hakları bulunduğu;

FİKİR, İNANÇ VE KARARIYLA anlaşılmak, sözüne ve ruhuna bu yönde saygı ve mutlak sadakatle yorumlanıp uygulanmak üzere,

TÜRK MİLLETİ TARAFINDAN, demokrasiye âşık Türk evlatlarının vatan ve millet sevgisine emanet ve tevdi olunur.

BİRİNCİ KISIM
Genel Esaslar

I. Devletin şekli

MADDE 1. – Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir.

strong>II. Cumhuriyetin nitelikleri
MADDE 2. – Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir.

III. Devletin bütünlüğü, resmî dili, bayrağı, millî marşı ve başkenti

MADDE 3. – Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir.
Bayrağı, şekli kanununda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır.
Millî marşı “İstiklal Marşı”dır.
Başkenti Ankara’dır.

IV. Değiştirilemeyecek hükümler

MADDE 4. – Anayasanın 1 inci maddesindeki Devletin şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile, 2 nci maddesindeki Cumhuriyetin nitelikleri ve 3 üncü maddesi hükümleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez.

V. Devletin temel amaç ve görevleri

MADDE 5. – Devletin temel amaç ve görevleri, Türk Milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak, kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddî ve manevî varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmaktır.

VI. Egemenlik

MADDE 6. – Egemenlik, kayıtsız şartsız Milletindir.
Türk Milleti, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organları eliyle kullanır.
Egemenliğin kullanılması, hiçbir surette hiçbir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamaz. Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz.

VII. Yasama yetkisi

MADDE 7. – Yasama yetkisi Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisinindir. Bu yetki devredilemez.

VIII. Yürütme yetkisi ve görevi

MADDE 8. – Yürütme yetkisi ve görevi, Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu tarafından, Anayasaya ve kanunlara uygun olarak kullanılır ve yerine getirilir.

IX. Yargı yetkisi

MADDE 9. – Yargı yetkisi, Türk Milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılır.

X. Kanun önünde eşitlik

MADDE 10. – Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.
(Ek: 7.5.2004-5170/1 md.)Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür.
Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz.
(Değişik: 9.2.2008-5735/1 md.) Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde ve her türlü kamu hizmetlerinden yararlanılmasında kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.

XI. Anayasanın bağlayıcılığı ve üstünlüğü

MADDE 11. – Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır.
Kanunlar Anayasaya aykırı olamaz.

İKİNCİ KISIM
Temel Haklar ve Ödevler
BİRİNCİ BÖLÜM
Genel Hükümler

I. Temel hak ve hürriyetlerin niteliği

MADDE 12. – Herkes, kişiliğine bağlı, dokunulmaz, devredilmez, vazgeçilmez temel hak ve hürriyetlere sahiptir.
Temel hak ve hürriyetler, kişinin topluma, ailesine ve diğer kişilere karşı ödev ve sorumluluklarını da ihtiva eder.

II. Temel hak ve hürriyetlerin sınırlanması

MADDE 13. – (Değişik: 3.10.2001-4709/2 md.) Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz.

III. Temel hak ve hürriyetlerin kötüye kullanılamaması

MADDE 14. – (Değişik: 3.10.2001-4709/3 md.) Anayasada yer alan hak ve hürriyetlerden hiçbiri, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmayı ve insan haklarına dayanan demokratik ve lâik Cumhuriyeti ortadan kaldırmayı amaçlayan faaliyetler biçiminde kullanılamaz.

Anayasa hükümlerinden hiçbiri, Devlete veya kişilere, Anayasayla tanınan temel hak ve hürriyetlerin yok edilmesini veya Anayasada belirtilenden daha geniş şekilde sınırlandırılmasını amaçlayan bir faaliyette bulunmayı mümkün kılacak şekilde yorumlanamaz.

Bu hükümlere aykırı faaliyette bulunanlar hakkında uygulanacak müeyyideler, kanunla düzenlenir.

IV. Temel hak ve hürriyetlerin kullanılmasının durdurulması

MADDE 15. – Savaş, seferberlik, sıkıyönetim veya olağanüstü hallerde, milletlerarası hukuktan doğan yükümlülükler ihlâl edilmemek kaydıyla, durumun gerektirdiği ölçüde temel hak ve hürriyetlerin kullanılması kısmen veya tamamen durdurulabilir veya bunlar için Anayasada öngörülen güvencelere aykırı tedbirler alınabilir.

(Değişik: 7.5.2004-5170/2 md.)Birinci fıkrada belirlenen durumlarda da, savaş hukukuna uygun fiiller sonucu meydana gelen ölümler dışında, kişinin yaşama hakkına, maddî ve manevî varlığının bütünlüğüne dokunulamaz; kimse din, vicdan, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz ve bunlardan dolayı suçlanamaz; suç ve cezalar geçmişe yürütülemez; suçluluğu mahkeme kararı ile saptanıncaya kadar kimse suçlu sayılamaz.

PANTOLON PAÇALARINIZI ÇORAPLARINIZA SOKUN!


Hatırlarsınız keneler can almaya başladığı dönemde sayın bakanımız tıbbi bir açıklama yapmıştı "Pantolonlarınızın paçasını, çoraplarınızın içine sokun"..

Şimdi de piyasada bulunan domatesler can almadan önce önlemler almamız gerekiyor, çünkü neden, kakalayamadık, elimizde patladı, ne yapacağız iç piyasaya sunacağız, niye... bize bişi olmaz ondan.. Ha ya olursa diye korkuyorsanız ne yapacaksınız.. O zaman domatesi yıkayacaksınız, sonra sirkeli suda bekleteceksiniz, o da olmaz kabuklarını da soyacaksınız, ama bi de suların kirliliği var tabi.. şimdi bu yıkama işlemini çeşme suyu ile yaparsanız olmaz.. niye kızılırmağın suyunda mikrop var.. mazallah yağmurdan kaçarken, doluya tutulursunuz. Yani bi domates yiyeceğim diye kırk takla atmak istemiyorsanız o zaman bahçenize domates ekeceksiniz. Varsa tabi.. yoksa saksıya.. Ha diyelim bahçenize domates ektiniz.. Aman dikkatli olun kene var.. Hah işte o noktada pantolon paçaları çorap içine girecek..

Marul yemek istiyorsanız onu da aldıktan sonra, önce dışındaki bi kaç kat yaprağını koparıp atacaksınız, kaldı mı elinizde bi avuç marul, hah tamam, sonra yıkayacaksınız, (çeşme suyu tehlikesini atlamıyoruz) sonra sirkeli suda bekleteceksiniz.. Sonra gine yıkacaksınız.. Maruldan geriye hala bir şey kaldıysa afiyet olsun.. yok hışırı çıktı bu artık yenmez diyorsanız çöpe atacaksınız..

İşte böyle böyle iç piyasadan bu pisliği temizleyip atacağız.. Napıcaz tekrar edelim, alıcaz, yıkayacağız, atacağız. Efendim vitamini mi? ne vitamini kardeşim. Hormon var ya bi de zaten.. Vitamamini ordan alıcaz, bi de çoraplarımızı çıkartmayacağız. Atalarımız ne demiş, ayağını sıcak tut, başını serin.

Keramet çorapta yani unutmayın.. Hatta ben diyorum ki.. domatesleri, marulları da çoraplarımıza sokalım, hem keneden kurtulalım hem domatesten..

Şimdi bu kene zararlılarını esasen kuşlar yermiş.. Yani kene ile mücadele etmenin bi yolu da kuşlar, ama biz geçen senelerde grip oluyorlar diye onları katlettik, onun için kenelere yapcak bişeyimiz yok, elimizdeki tek çözüm çorap dedim ya.. Yaw biz bu kuşçuklara da çorap giydirseydik de hayvanları yok etmeseydik olmaz mıydı acaba..

Hatırlarsanız bi de radyasyonlu çaylar vardı, öyle höpür höpür içmişlerdi televizyonlarda devlet büyüklerimiz, duydum başkentin belediye başkanıda su içmiş çeşmeden bişi olmuyo diye, şimdide domates yiyorlarmış televizyonlarda,, Ohh ohh yarasın..

Amaan ne gam, benim milletim bırakmış pantolonun paçasını, çorabı bi tarafa, gömmüş kafasını kuma.. Bundan gayri çözüm mü olurmuş derde tasaya..

Sağlam kafa sağlam vücutta bulunuya ya hani..Boşverin hepsi hava civa..

Saygılarımla
Fasulye


BİR İNSANI NEDEN SEVERSİN GÜZEL KARDEŞİM?


Bu sabah okuduğum bir mesaj yüzünden gene söylenesim geldi arkadaşlar, o yüzden biraz sabah homurtusu yapıcam müsadenizle.

Evet öncelikle bir sorum var? "Bir insanı neden seversiniz?", kendimce olası cevapları sıralıyorum ;

1. Anneniz, babanız, kız kardeşiniz, amcanız teyzeniz vb gibi yakın ilişkide bulunduğunuz bir insandır.
2. Çocuğunuzdur canınızdan candır.
3. Eş, dost, ahbaptır paylaşımınız vardır, anlayışınız vardır, geçmişiniz vardır.
4. Ünlü/ünsüz biridir, hayransınızdır. İdolünüzdür. Olmak istediğinizdir.
5. Aşıksınızdır.
6. Alışkanlığınızdır.
7. Gönül borcunuz vardır.
8. O da sizi seviyordur.

Aklıma ilk gelenler bunlar. Ancak asıl sormak istediğim iki cins arasındaki sevgi aşk/meşk muhabbeti değil. Aileden biri hiç değil.. Herhangi biri.. Hatta öyle biri ki hayatınız boyunca hiç yüzyüze gelmemişsiniz, iki kelam etmemişsiniz.

Ben seviyorum böyle birini, adı Mustafa Kemal...

Niye seviyorum biliyor musunuz?

1. Gönül borcum, vatan borcum var
2. İdolüm, kahramanım, olmak istediğim, olmasını istediğim, doğrularım, örnek alınacaklarım, değerim
3. O da bu milleti seviyor, bu ülkeyi seviyor.. Hayatını adayacak kadar seviyor..

Sizin var mı böyle sevdiğiniz.. Bilmeden, görmeden, tanımadan sesini bile cızırtılı bant kayıtlarından duyduğum o cılız sesli kayıtlardan vatan millet diye haykıran o sesin sahibini seviyorum.. Benim değer verdiklerimin koruyucusu, bu günlerimin mimarı olduğu için seviyorum. Kitaplardakinden fazlası olduğunu bildiğim için seviyorum. Askercilik oynamakdan fazlası olduğu için seviyorum.. Ülkem adına lekesiz olduğu için seviyorum.. Hiç aklıma gelmiyor içki mi içiyordu, annesini seviyor muydu, başka topraklarda mı doğdu, dinsiz miydi diye düşünmüyorum. Bu toprakları sevdiğim kadar seviyorum..

Şimdi gelelim sabah sabah beni cinlendiren mesajda yazanlara. Mesajın içeriği dün akşam HaberTürk kanalında yayınlanan Fatih Altaylî'nın hazırladığı Teke Tek Programından geçen bir diyalog...

Buyurun paylaşalım..

"Fatih Altaylı: Sizin facebookta bir siteniz mi var? Kevser adlı arkadaşımızın facebook adlı paylaşım sitesinde İran devriminde Ayetullah Humeyni’nin fotoğrafları yer alıyor. Doğru mu?

Kevser Çakır: Bir tane fotoğrafı var evet. Evet, seviyorum ve saygı duyuyorum.

Fatih Altaylı : Ama o Şii . Humeyni’nin nesini seviyorsun? Kevser Çakır: Şii olması önemli değil. Benim için Müslüman biri. Hümeyni’yi seviyorum. Fatih Altaylı : Ama İran'da baskı rejimi var.

Kevser Çakır: Ama İran'daki rejimi ben desteklemiyorum

Fatih Altaylı: Ama kurucusu Humeyni.

Kevser Çakır: Humeyni’nin aynı görüşleri sahip olması anlamına gelmez bu. Ben Humeyni'yi seviyorum şahsen.

Fatih Altaylı: Sen seviyor musun?

Nuray Bezirgan: Evet seviyorum.

Fatih Altaylı: Atatürk’ü seviyor musun?

Nuray Bezirgan : Atatürkü sevmeme hakkı var mı? Başıma bir iş gelmeyecekse ben sevmiyorum. Atatürk'ün yetkiyi padişahtan alırken yani saraydan alırken laik bir Cumhuriyet kurmak için aldığını düşünmüyorum. Halk o zaman islami değerler için savaştı. Nitekim Kurtuluş Savaşı’nın başlaması da Kahramanmaraş’ta Fransız askerlerinin Nene Hatun'un başörtüsüne uzanmasıyla olmuştur.

Fatih Altaylı: Maraş’la Erzurum’u birbirine karıştırdın.

Nuray Bezirgan: Her neyse. Maraş’ta Fransız askerleri bir kadının örtüsüne saldırıyor. Sütçü İmam buna karşı ilk ateşi açıyor. Böylelikle Kurtuluş savaşı başlıyor. Sonuçta cepheye cephanelik taşıyan kadınlar o dönemin insanları, o dönemin sosyolojik yapısını incelerseniz hep Müslüman insanlar.

Fatih Altaylı: Peki bu ülkenin Kurtuluş Savaşı'nı örgütleyen bir adamı niye Humeyni kadar sevmiyorsun. Bunu merak ettim. Eğer Atatürk olmasaydı burada belki de İngilizler vardı, Fransızlar vardı.

Nuray Bezirgan: Yani İngilizler olsaydı benim haklarım daha geniş olacaktı. Zaten mesele bu yani. İnsanlar bana Atatürkçülük adına zulmediyorlarsa benden Atatürk'ü sevmemi bekleyemezsiniz.

Kevser Çakır: Yani bir insanın ismi üzerinden ideolojik bir kurgu oluşturulmaya çalışıldığı için bunlar oluyor. İyi Bir asker. Bunu biliyoruz.

Fatih Altaylı: Bu ülkeyi düşmanlardan arındırma sebebi. En azından bir minnet duygun yok mu?

Kevser Çakır: İyi bir asker biliyoruz. Fatih Altaylı: Bugün sizin savunduğunuz özgürlükçü, cumhuriyeti kuran sizin temsil ettiğiniz iradenin, bugün iktidar olmasına olanak veren de rejimi kuran da yine Atatürk değil mi? Camileri de kapatmamış.

Nuray Bezirgan: Benim fikirlerimi savunucak parti kurulamaz Türkiye’de. Zaten bu yasak. Benim fikirlerimi herhangi bir parti savunmaya kalktığı zaman parti kapatılır. Müslümanlar haklarını elde etmek için gece gündüz çabalarlar. Birileri gelir parlementonun azıcık bir özgürlük tanımlamasına bile Atatürk adına, Cumhuriyetcilik adına, demokrasi adına ne adına olursa olsun özgürlüklerimizi elimizden alır. Ben tamamiyle özgür olduğum hak ve özgürlüklerimin kısıtlanmadığı bir sistem istiyorum. Mesela siz nasıl ki başörtülü hakim bir hanımdan rahatsız olacağınızı söylüyorsanız ben sizin, mesela bu fikrinizin temelde Atatürk tarafından kurulan Cumhuriyet'te bizlerin hep tehdit olarak sizlere sunulmasından kaynaklandığını düşünüyorum.

Fatih Altaylı : Hayır ondan kaynaklanmıyor. Sizin “siz, biz” demenizden kaynaklanıyor. Siz islami inançları sizin tarafınızda yaşamayan veya sizin gibi algılamayan insanları farklı görüyorsunuz. Sen, Recep Tayyip Erdoğan ve başkaları "siz- onlar, biz-onlar" dediğiniz zaman kendimi kötü hissediyorum.

Nuray Bezirgan : Sizin inancınız ne olduğu beni ilgilendirmiyor. Benim ilgi alanım değil. Kişi istediği dine sahip olur ya da olmaz yada dinsizdir. Bu benim size ikinci sınıf vatandaş olarak göreceğim anlamına gelmez. Ama Fatih Bey siz başörtülü bir hakimden rahatsız olduğunuzu söylüyorsunuz

Fatih Altaylı: Önyargılı olur diye rahatsız olurum.

Nuray Bezirgan: Tabii ki. Önyargınızın temelinde 85 yıldır yürütülen laik sistemin dayatmalarının olduğunu düşünüyorum. Biz hiçbir zaman özgür olamadık. Hiçbir zaman kendimizi ifade edemedik. Siz hiçbir zaman başörtülü bir hakim tarafından yargılanmadınız. Dolayısıyla bu şekilde düşünüyorsunuz.


Fatih Altaylı: Senin rejimden istediğin ne? Üniversiteye gitmen, kamusal alanda görev yapman dışında ne isteğin var?

Nuray Bezirgan: Ben başörtümle birlikte sosyal hayatta da var olmak istiyorum."

Evet bu arkadaşlarımız Humeyniyi seviyorlarmış, sevemezler mi severler... Peki Humeynin rejimini sevmiyorlarmış, görüşlerini desteklemiyorlarmış, tanımıyorlar ve hatta hiç yüz yüze gelmemişler, hakkında en ufak bi fikirleri yok.. ama seviyorlar ve saygı duyuyorlarmış.. Öyle tabi.. "Sevgi anlaşmak değildir, nedensiz de sevilir", Ya bunlar Humeyniyi ak sakallı dede sanmışlar ya da bilmem işte gönül bu ota da konar, boka da hesabı...

Atatürk hakkındaki bilgilerine bakıyoruz.. "İyi bir asker" , cumhuriyeti kurdu biz o yüzden onu sevmiyoruz, ama hakkında ne bildiğimizi bile bilmediğimiz Humeyniyi seviyoruz. Atatürk ü sevmem diyeceğiz de korkuyoruz..

Gelelim bir diğer çelişkiye.."Ben tamamiyle özgür olduğum hak ve özgürlüklerimin kısıtlanmadığı bir sistem istiyorum", "Sosyal hayatta var olmak istiyoruz" - "İngilizler olsaydı daha özgür olurduk". Hanım kızlarımız beş çayları mı istiyor ben anlamadım.. Özgür olmakdan bahsedip de bir başka ülkenin himayesinde yaşamak nasıl bir duygudur. Be kızım özgürlük ne demek onu da mı bilmiyorsun.. Bilmiyorsun tabi ne bileceksin, saçlarını rüzgara bile bırakamayan bir kafanın hangi özgürlüğünden bahsediyoruz .. Sen esareti baştan seçmişsin.. Sen ikinci sınıf olmayı baştan kabul etmişsin. Sen şeriatın kölesi olmayı zaten seçmişsin..

Fatih Bey başörtülü hakimden rahatsız oluyor diye sinirlenen cici kızlarım, Fatih bey diyor ki.. Başörtüsü ülkemde bir siyasi, dini simge iken ben karşımda türbanlı bir hakim görünce adaletin tarafsızlığına nasıl güven duyacağım diyor.. Hani vakit olsa bir beş çayı içer konuşurduk ama, kısmet bu şekildeymiş.

Ben Allah'a ve onun peygamberlerine inanıyorum ülkemin ne istediğini bilmez çocukları, Bu Mustafa Kemal'i sevmeme engel olmuyor. Hatta beni Allah'a daha çok yaklaştırıyor, niye biliyor musunuz? Çünkü bu yüce insanı Allah yarattı, Allah'ın izniyle bu vatanı korudu, bu günlere getirdi. Çünkü Allah'ın izniyle Ben Müslümanım diye özgürce dolanabiliyoruz bu ülkede.. Allahıma binlerce şükür ediyorum benim ülkeme böyle bir kahramanı layık gördüğü için, milletimi Atatürk gibi bir kahramanla ödüllendirdiği için..
Fasulye

(Baş örtüsü benim Anadolu Kadınımın en güzel süsüdür.. Ama Zihin örtüsü ne benim ülkemin kadınına yakışır ne de herhangi bir insana)

Fatih Altaylı'nın kendi yorumunu okumak için tıklayınız >>


4 Haziran 2008 Çarşamba

LAVABO MU, TUVALET Mİ, YOKSA NE?


Bu gün bir ara "tuvalete gidiyorum" dediğim bir arkadaşım, "ona tuvalet değil, lavabo denir" diye beni uyarmasa oturup da yazı yazacağım yoktu walla..


Ne yaptım hemen bir araştırma içine girdim bu uyarının ardından ve bakın bakalım nerelere vardım.


Lavabo nedir?


"Üzerinde sıcak ve soğuk su muslukları bulunan porselen, emaye ve sacdan yapılmış el, yüz, bulaşık yıkamaya yarar yer..." (nedir.net)


"El, yüz yıkamada kullanılan su akıtma yeridir. Bir hazneden oluşan lavabo boşaltma deliği, sabunluk, taşıma deliği ve bazı tiplerde musluk deliği bulunur." (İnşaat Mühendisliği Terimleri Sözlüğü"


"fransızca bir kelime.kutsal perşembe ayinlerinde rahibin elini yıkadığı kaseye verilen ad." (nedir.net)


Şimdi ben söylemesi ayıptır tuvaletim geldiğinde, bunlardan birine gidince mi daha kibar olurum, yoksa bildiğimiz helaya gidip de ben aslında lavaboya gittim deyince mi daha kibar olurum bilemedim. Hayır yani şu tarif edilenlerin birinin tepesine çıkıp da tuvalet yapmak baya bi zorlar adamı diyorum. Verilen son tanımdaki kaseyi hiç düşünmek bile istemiyorum hatta.. Ama bu arama sırasında epeyce eğlendiğimi de itiraf etmek istiyorum, gerek gözümde canlanan karikatürize görüntüler, gerekse okuduklarımla..


Lavabo ile ilgili aramalarımda bulduğum diğer renklere bir göz atalım. Önce rüyanızda lavabo görürseniz ne olur öğrenelim.


"Bilinen lavabo süfli kadına, bilinmeyeni ise zina yapan kadına, Tıkanmış lavabo idrar yapmakta zorluk çekmeye delalet eder.Temiz, güzel lavabo başarı ve yükselmedir. Pis lavabo da başarısızlıktır.Rüyada lavabo gören, çok titiz ve temiz bir kimsedir. Bir baska rivayete görede: Rüyada lavabo, süflî(basit bir) hizmetçiye ya da süflî hanima isarettir. Bilmedigi lavabo, zina eden bir kadindir. Lavabonuzun kapandigini gören kimsenin idrar yapmasi güçlesir." (nekibu.com Rüya Tabirleri"


Yetmedi falınızda çıkarsa ne olur onuda öğrenmeden geçmeyelim.


"Şimdiye dek yaptığınız iyiliklerin nihayet karşılığını alacaksınız" (myburc.com kahve falı)


Bunları da bilmek de faide var tabi.. İnsan ne zaman rüyasında lavabo göreceğini, ne zaman bi fincanın dibinde lavabo ile yüzleşeceğini bilemez. Yanlız dikkat ederseniz rüyada görülen lavabo sosyetik bir duruma delalet etmekte ve direkt tuvalet anlamında kullanılmaktadır. Eğer rüyanızda el yıkanan bir lavabo görürseniz, o halde üstünüz açık uyumuşsunuz demektir ve yoruma sığmaz.


Bulduklarım bu kadar değil, bakın daha neler öğrendim bir de lavabo hakkında ;


"İçi suyla lavabonun deliği açılınca suyun sağa doğru(saat yönünde) dönerek boşalmasının sebebi nedir? Güney yarım kürede, saat yönünün tersine boşaldığını ve ekvator da dönmeden boşaldığını duydum nedeni nedir? Bunun nedeni Coriolis kuvveti olarak bilinen eylemsizlik kuvveti. Buna göre, dönen bir referans sistemine Newton'ın klasik hareket yasaları uygulandığında bir iç kuvvetin ya da eylemsizlik kuvvetinin de göz önünde bulundurulması gerekir. Bu kuvvet, referans sistemi saat yönünde dönerken cismin soluna doğru, saat yönünün tersine doğru dönerken de sağına doğru etkir. Bir başka deyişle Coriolis kuvveti, dönen bir koordinat sistemi içinde hareket eden bir nesnenin yörüngesinde görünürde bir sapmaya yol açar. Nesne gerçekte yörüngesinden sapmaz ama koordinat sisteminin hareketinin etkisiyle sapıyor gibi görünür.Yerküre üzerinde kuzey-güney doğrultusunda, yani boylam çizgisi boyunca hareket eden bir nesne, kuzey yarıkürede sağa doğru, güney yarıkürede de sola doğru görünürde bir sapmaya uğrar. Bunun ilk nedeni, Dünya'nın doğuya doğru dönmesi, diğer nedeni de yer üzerindeki bir noktanın teğetsel hızının noktanın enleminin bir fonksiyonu olması. Bu hız kutuplarda sıfır, ekvatordaysa maksimumdur. Dolayısıyla bu kuvvet, birçok başka şeyi olduğu gibi okyanus akıntıları gibi akıntıları da etkiler." (megabul.com)


Tuvalet nedir?

Lavabo hakkında bu kadar kültür edindikten sonra, tuvalet nedir diye düşünmeden edemedim tabi bir kısa arama da onun için yaptım. Bu arada anladım ki lavabonun alfranga, alaturka diye bir ayırımı yok, o ööle "unitoilet" bi isim. Ama lavabo değil de tuvalet konusuna gelecekseniz o zaman alafranga, alaturka diyeceksiniz.. Dahası demek için bir de (bilmiyorsanız) bu kelimelerin anlamlarını irdeleyeceksiniz. Ben de bu konudan daha nerelere varacağım durun bakalım.


"'toilette' Fransızcada kadın giyim ve donanımının genel ismi olarak kullanılırken (18.yy) 19. yy.da giyim ve makyaj odası anlamında kullanılmış. 'Helâ' anlamıyla kullanımı 20. yüzyılın başlarınada yani daha yeni.. Türkçeyede 1916 yılında girmiş bir kelime.. "(nedir.antoloji.com)


Buyrun bakalım aslında tuvalet de, tuvalet eyleminin yapılması anlamına gelmiyormuş.. Biz lavabo denir miyi tartışırken, hatta tuvalet yapmak da bu durumda bizim yaptığımız iş anlamına gelmiyormuş. Di bakali noolcak?


Şimdi bir başka tanıma bakıyoruz.


"tuvalet, abdest bozulan yer" (tanimla.com)"


İyice kafam karıştı, demek ki tuvalet yapmadan önce abdest alacağız ki, yaptığımız işin adı abdest bozma olsun, mazallah abdestsiz yaparsanız o zaman adı ne olur onu araştırmaya benim ömrüm yetmez herhalde..


Hela nedir?


Şimdi şunu anladım, lavabo değil, tuvalet değil, 0 zaman eskilerin dediği gibi "hela" diyeceğiz başka yolu yok. Durun merak ettim "hela" ne demekmiş acaba? Evet ilk bilgi helaların da alaturkası, alafrangası yok, ancak umumi ve umumi olmayanı var. Hela ile ilgili tanımların hemen hepsinde şu kelime yazıyor "Tuvalet". Daha bir şey demiyorum. Ben bu işin içinden çıkamadım. Ancak bu araştırmamın sonunda bir şey daha öğrendim ki onuda sizerle paylaşmadan geçemeyeceğim. Bu bilgiyi vehbitulek.com adresinden aldım umarım paylaştığım için bana kızmaz.


"FRANSIZLARA TUVALETİ BİZ ÖĞRETTİK


Paris’teki Versailles Sarayı’nda o gün iğne atsanız yere düşmez. Salonları dolduranların kalp atışları, nerede ise pencere camlarını zangırdatır. Kral 14. Louis ve eşi ile başbakanı yerlerini almışlar. Perukları pudralı şövalyeler ve dekolte elbiseli asilzâde düşkünü madamlar sıra sıra dizilmişler. Ortalıkta “çıt” çıkmıyor. Birisi bekleniyor. Hele başbakanın arkasında sarı benizli adam, bozuk bir saat gibi.


Laf değil, Paris’e ilk Osmanlı elçisi geliyor. Kendisine iki gün evvel, “Huzura kabul edileceksiniz...” demişler. Dudak bükmüş ve:— Biz kabul edilmeyiz, çıkarız... diye cevaplamış. Elçiler, elbette karşılıklı gider gelirler. İlk Fransız elçisi Jean De la Foret İstanbul’a 1534’te gelmiş. Kralının Türk Sultanı tarafından korunmasını istemiş.


Bilirsiniz hikâyeyi. Biz Paris’e elçi göndermeye gerek görmemişiz. Aradan 84 yıl geçmiş de, o zaman göndermeyi kabullenmişiz. Sebebi, zevkine doyulur gibi değildir.


O günün elçi hazretleri Baron de Sanay Kudüs’e kadar uzanmış. Orada kiliselere müdâhale etmiş. Yani içişlerimize burnunu sokmuş. İstanbul’a dönünce, bu densizliğine cevap olarak kendisini 15 gün Yedikule Zindanı’nda hapsetmişiz. Elçi zindandan çıkınca soluğu Paris’te almış.. Fransa Kralı, “Acaba Türkler af dilerler mi?” diye meraklanıp sual eylemiş. “Olur...” demişiz. Ve işte dostlar, 35 yaşının içindeki ilk elçimiz Hüseyin Çavuş, Paris’e bu sebeple gönderilmiş. Biz ki cihan devletiyizdir. Özür dilemeyi kabullenmişizdir. Vay, vay, vay...


Ve kapı açılır. Hüseyin Çavuş girer içeri. Bir uğultudur başlar. Hatta kral bile bir an ayağa kalkar. Saraydaki âdet odur ki, huzura girmeden kılıç dışarda bırakılır, hançer bile belden çıkartılır... Oysa bir de bakarlar ki, o gülle endam Hüseyin Çavuş’un; sarı, eflatun, ipek ve atlas kaftanının altından yatağanının ucu boy verir bakarlar ki Hüseyin Çavuş’un sol eli murassa kuşağının üzerindeki hançerine pençelenmiş. Kavuğunun altındaki erkek çehresi ki, bıyıkları şâha kalkmış küheylan yelesi misâli. Yürür, yürür. Sadece başı ile selâm verir. Ardında renk renk cepkenleri, sarı ve kırmızı çizmeleriyle kendisini tâkip eden yeniçeriler ve sipahiler bir kâğıt verirler eline. Başbakan Richelieu almak için uzanır. Vermez. Padişah’ın nâmesini krala uzatır. Frenkçeye çevirirler.


O zaman perukalı kral:— Peki amma, diye sorar, burada sadece sultanınızı temsil ettiğiniz yazılı. Özür dilemekten bahis yok... Hüseyin Çavuş’un dudaklarına bahar yeşili, seher esintili bir tebessüm yayılır. Der ki:— O da var. Onu da ben söyleyeceğim.


Cihan sultanının emri nâmede okunmaz, dinlenir sadece. Ve ilâve eder: İstanbul’daki adamınızın haddini aşması sonunda hapsolunmasına karşılık özür dilenmek dilemişiniz. Biline ki, bundan sonraki elçileriniz aynı hataya düşmedikleri takdirde hapsedilmeyeceklerdir. Kralın, asilzâdelerin ve madamların pudralı perukları Akıncı Beyi’ne toslamış şövalye zırhı gibi lime limeleşir. Bilirsiniz sanırım. Elçimiz Paris’e bu kabul merâsiminden üç ay evvel gelmiş. Oysa o salonda çınar endam boy verişi, 29 Aralık 1618 günüdür. Kral bir bina vermiş kendisine. Hâlâ o eski binadır asıl büyükelçiliğimiz. Şânına layık bir yapı. Ama, diklenmiş Hüseyin Çavuş:— Olmaz demiş, nerede o binanın helâsı?..O zaman Fransa’da kralın sarayında bile hela yok. Hemen o gün, önce hela nedir öğrenmişler ve sonra da binanın helasını yapmışlar. Paris’teki evlere tuvalet konması gibi bir usûlü, biz öğretmişiz kendilerine... İhtiyaçlarını görmek için oturak kullanmaktan vazgeçmeleri nice zor gelmiş onlara... Ama vermişiz o devlet ve tuvalet dersini... 380 yıl geçmiş aradan, geçmiş zaman olur ki.. " (vehbitulek.com)


ya işte böyle.. Bu gün kendini medeni sayan ülkeler meğersem bu helayı bizden öğrenmişler de, biz de kalkmış hela demeyi ayıp saymış, tuvalet, ve hatta fransızcadan dilimize geçen lavabo, tuvalet gibi binbir kelime kopyalamışız..


Bu arada hela ile ilgili araştırma yaparken bir de aşağıdaki yazıya rastladım. Bu yakında başımıza gelebilir diye düşündüğümden hepinizi bir uyarayım istedim.


"İDRAR VERGİSİ
Roma medeniyetinin pislikle haşır neşir olduğu dönemler… Helâ nedir pek bilinmediği için, insanlar sıkıştıkları yerde ihtiyaçlarını gidermenin çarelerini arıyor. O yüzden, başta Roma olmak üzere, bütün şehirlerin ara sokakları burun deliğini sızlatan kokular saçmakta.
Ama sokakların nispeten temiz kalmasını sağlamak üzere tedbir düşünülmüş. Bu da, belirli köşelere yerleştirilen büyük toprak küpler… Gelip geçenler, su dökmek isterse onlara yöneliyor.
Bu küpler, kontrol altında… Bir takım adamlar dolanları alıyor, yerine boşlarını alıp gidiyorlar. Peki, uzak bir yere dökmek için mi? Hayır… Toplanan idrarın çoğunu kumaş ve deri imalathanelerinde, kalan kısmını da ziraatta kullanmak için. Çünkü idrarın bileşimindeki amonyak, derileri ve dokunan kumaşları temizleyip beyazlatıyor, tarlada da gübre yerine geçiyor.
Şimdi, işin en çarpıcı yanına geliyoruz.
Bir vergi tahsildarının oğlu olan İmparator Vespasianus, herhalde baba mesleğinden aldığı ilhamla olacak, o günlerde bir garip buluşa imzasını atıvermişti. Bundan böyle, idrar toplama yetki belgesi olanlar, devlete her yıl belirli miktarda vergi ödeyeceklerdi.
Daha sonra babasının tahtında oturacak olan Titus, bu iradeyi hoş karşılamayan, ayıp bulanlar arasındaydı. Nitekim bir gün görüşünü açıkça dile getirdi; ama sert tepkiyle karşılaştı. Vespasianus, idrar vergisinden toplanan paraları onun burnuna uzatıp öfkeyle bağıracaktı.
“Kokla bakalım, idrar kokusu var mı bunlarda?... Para paradır! Nereden geldiği hiç önemli değil…”" (yesilpinargazetesi.com)


Son olarak doğru bilgi vermek ve kamuyu yanıltmamak amacıyla Türk Dil Kurumu Sözlüğünden bulduğum tanımları vermek istiyorum.

lavabo isim (l ince okunur) Fransızca lavabo


1 . Üzerinde su muslukları bulunan, porselen, emaye, sac vb.nden yapılmış, el, yüz, bulaşık yıkamaya yarar, çukur yer veya eşya: "Lavabonun kırık aynasında saçlarını taradı."- H. Taner.
2 . Ayakyolu, hela, yüznumara, tuvalet.
3 . mecaz Lokanta, gar vb. yerlerde bu düzenin bulunduğu yer.


tuvalet isim Fransızca toilette


1 . Yıkanma, tıraş olma, giyinme, süslenme, taranma işi: "Başımı, tuvaletimi ve makyajımı bile ezbere yapacağım, aynada kendi yüzümü görmeyeceğim."- P. Safa.
2 . Abiye: "Asıl mühimi oyun için bir giyecek şey, yeni, açık bir tuvalet."- T. Buğra.
3 . Vücut temizliği ve bakımı için gereken nesne.
4 . Sidik veya dışkı.
5 . İnsanın dışkısıyla idrarını boşalttığı yer, abdesthane, ayakyolu, yüznumara, hela, kenef, memişhane, kademhane: "Nerede ise herkesi belediyenin tuvalet çukurlarına kadar takip edeceksiniz."- F. R. Atay.


hela isim (hela:, l ince okunur) Arapça


Tuvalet.


Kalın sağlıcakla
Fasulye

ANLATASIM VAR ABİ!


- Neden öyle bakıyorsun?
- Anlamaya çalışıyorum
- Neyi?
- Seni
- O kadar anlaşılmaz biri miyim?
- Her zaman değil
- Neden anlamadığında bana sormuyorsun?
- O zaman keşfetmenin ne tadı kalır..

Geçenlerde bir forum başlığı açayım dedim, ama ortamı hiç tanımadığım ortaya çıktı ve vazgeçtim. Acemilik işte zamanla öğrenicem. Forumun başlığı şöyleydi "Neden blog yazıyorsunuz?" Oysa sadece yanıtlamak istediğim bir soruydu belki.. Taa ki "Acı var mı, acı?" sorusuyla ünlenen Reha Muhtar tarzı bir şey sorduğumu anlayana kadar.. Haklıydı insanlar hergelenin (hergele diil her gelenin) sorabileceği tarzda acayip sıradan bi soruydu aslında ama, benim o anki ruh halim " anlatasım var abi" olduğundan bunu düşünemedim. Hoş zaten anlatasım gelenleri yazacağım yer bu blog iken, ne diye gidip "abilerim, ablalarım" moduna geçtim bilinmez. Neyse bir hevesti geldi geçti peh peh peh..


Şimdi kendi çöplüğümde öteceğim bu yüzden, çünkü "naparsın abi, içimde kaldı" yani...
Bir an kendimi şöyle hayal ettim ; bir meyhane masasında sarhoşum, kolumu yanımdakinin omuzuna atmış, şöyle diyorum : "Biliyo musun abi ben nie blog yazıyorum?" Arkadaş zor kaldırdığı gözkapaklarının altından bakıyor ve sarsılarak soruyor "Nie abi?".


Durun durun bu tarz hoşuma gitti. Arkadaşın adı Şefik olsun.


"Bak şindi Şefik abi, bazen böyle içimden geçen her şeyi demek istiyorum da, olmuyor abi.."


"Niye abi?"


"Olmuyor, çünkü bir ünlümüzün de dediği gibi sen ne anlatırsan anlat, söylediklerin karşındakinin anlayabildiği kadardır da ondan Şefik"


"Niye abi?"


"Niyesi var mı koçum, herkese içinden geçen her şeyi döktün mü olmuyor işte... Bazen öyle kimliksiz laflar etmek istiyo insan..Yani öyle kimliksiz derken, boş laf manasında değil, hedefi olmayan laflar yani, kuru sıkı salllamak, sesli düşünmek gibi bişiy.. Ya da hedef olmak istemiyorsun belki.. Şimdi benim bi blogum var annadın mı? Canımın istediğini yazıyorum, kimse bilmiyo kim ediyo o lafları"


"Niye abi?"


"Olm kim yazıyo bilirlerse hedef oluyon çünkü, yaralanıyo insan bazen. Aslında sahip çıkmak istemediğinden değil yazdıklarıma, nedense işte serbest atış oluyo, menzili geniş tutabiliyosun, konu komşunun diline dolanmıyosun falan, bi nevi maskeli balo yani. Taraf olan kimse yok bi defa, önyargı yok izleyici kitlende. Niye? Çünkü kimlik yok, ne bilecek adam ben hıyarın teki miyim, itin biri miyim.. Mahremimi döküyorum işte..Gariptir yine bir yerde taraftar buluyorsun kendine. Senden ayrı bişiy oluyo o yazılar. Ne kadar sana ait olduğunu sen biliyosun bi tek.. Ne biliim Şefik acayip bişi bu blog dünyası.. Şiişt Şefik uyudun mu koçum?"


"Yok abi, içiyorum"


"Ha iç iç, bak şimdi bloga yazıyorsun öyle gelen giden iki satır yorum yazıyo bi adamdan sayılıyorsun ya çok hoş oluyo. Ha adam diilmiyiz gerçekte.. Öyleyiz evelallah da yani senden habersiz, seni bilmeden, seni sevmeden ya da nefret etmeden yazıyo insanlar, in misin, cin misin, ırkın ne, rengin ne, cinsin cibiliyetin ne kimsenin haberi yok. Ama mesela gidip bi foruma yazdın mı olmuyo? Niye? Çünkü hedef oluyosun o zaman. Niye oluyorsun, O zaman cevap hakkı doğuyo çünkü, cevap istiyosun ki yazıyosun. E o zaman ne çıkarsa bahtına kabulleniyosun be Şefik.. Şefik senin blogun var mı?"


"Yok abi"


"Niye lan? Alalım sana da bi blog yaz dur"


"Yok abi ben yazamam, içiyorum ben"


"İç Şefik iç.. Keşfedilmek istiyo insan aslında bi yerde, hani anlatmadan anlaşılmak hesabı, İpin ucunu bi yakalayan olsa da, şu içimdekileri bi bulsa diyosun..Merak etse beni belki kim bilir? Bunları kim yazıyo dese mesela.. Belki onu bekliyoruz.. Yani tam böylemi anlatılır bilemedim şimdi..Şimdi hazır olanı, ortada olanı herkes görür alır, ama ya satır aralarını kim okur? Kim gerçekten anlar seni, onun mu peşindeyiz bilmiyorum. Şefik burnun kavuna giriyo oğlum kaldır şu kafanı"


"Tamam abi"


"Özgürlük bu herhalde ya.. Doya doya içini döküyosun, boşalıp rahatlıyosun bi yerde. Psikoloğa gitmek gibi bir şey.. İsteyene anlatılır, istemeyen dinlemez hesabı. Seviyorum ben bu blog işini Şefik, walahi de biilahi de seviyorum"


"Kimi abi?"


"Allah belanı versin Şefik, uyudun gene di mi? Hoop garson hesabı görelim"


Fasulyenin biri

2 Haziran 2008 Pazartesi

FAİDELİ BİLGİLER : NEDEN 4 FEET, 8.5 INÇ?

ABD'nin uzaya gönderdiği uzay mekiğinin yakıt tanklarının genişliği 4 feet, 8.5 inçtir. (yaklaşık 1,5 m.) Uzay mühendisleri bu tankları genişletmek istemişler, ancak başaramamışlardır.
Çünkü bu tanklar fırlatma rampasına trenle gönderilmek zorundadır. Ve söz konusu tren yolu tünellerden geçmektedir. Tünellerin genişliği ise tren raylarının arasındaki genişlik olan 4 feet 8.5 inçten biraz fazladır.

Neden 4 feet, 8.5 inç ? Çünkü vaktiyle tren rayları İngiltere'de böyle yapılmıştır ve ABD demiryolları İngiliz göçmenler tarafından inşa edilmiştir.

Peki neden İngilizler bu genişliği kullanmışlar ? Çünkü ilk tren raylarını yapanlar eski tramvay yolu yapımcılarıdır ve tramvay yolunun genişliği tam olarak budur.

Tramvay rayları neden daha geniş değildir ? Çünkü bu ölçü vaktiyle at arabalarını yaparken kullanılan genişliktir.

* * *

Soru: At arabalarındaki tekerlekler arasında neden bu ölçü dikkate alınmış ? Çünkü çok eskiden beri İngiliz topraklarından gelip geçen araçlar bu ölçüyü ortaya çıkarmıştır. Arabalar için başka bir ölçü kullanıldığında tekerlekler engebeli arazi üzerinde kalmakta ve kısa sürede bozulmaktadır.

Bu eski yol izleri nasıl ortaya çıkmış ? derseniz...İngiltere'deki ilk uzun mesafeli yollar Roma İmparatorluğu tarafından kendi savaşçıları için açılmıştır.

* * *

Peki Romalılar'ın yol izleri neden bu ölçüdeymiş?

Çünkü Roma İmparatorluğu'nun ilk savaşçılarının arabaları yan yana getirilmiş iki atın çektiği araçlardır.

Ve iki atın poposunun genişliği 4 feet, 8.5 inçtir.

Sonuç olarak dünyadaki en gelişmiş ulaşım sisteminin füzelerinin dizaynı ikibin yıl önce yan yana getirilen iki atın popo genişliği ile belirlenmiştir.

Bu kuralı değiştirmek ise Ay'a giden, Mars'a gitme ve uzaya açılma planları yapan Amerikalı uzay aracı mühendislerinin bile harcı değildir.

NEDEN İNSANLAR ESKİ FOTOĞRAFLARDA DAHA GÜZEL GÖZÜKÜYOR


Eski albümlere bakmayı severim, eski fotoğraflara da.. Eski derken hani şu siyah beyaz olup da, albüm sayfalarının arasında peluş kağıt olanlar var ya, onları kastediyorum.. O kadar eski yani.. Çok az fotoğraf çekildiğinden midir, az çekiliyor diye insanların en güzel hallerini takındıklarından mı nedir, bütün insanlar çok güzel gözükürler o fotoğraflarda bana.. Kendi albümüme baktığımda ya ağzım açık, ya gözümü kapamışım, ya başka tarafa bakmışım falan.. Yani insan her resimde mi güzel çıkıyordu eski zamanlarda, yoksa biz şimdi denklaşör parmak da yaşadığımız için mi her halimizi görüyoruz fotoğraflarda.. Her halimizi de belgelemek pek iyi fikir değil herhalde.. İleride torunlarımız hakkımızda ne düşünecekler bilmem bu fotoğraflara bakıp da.. Ama her seferinde de en güzel kıyafetlerimizi giyip, fotoğrafcıya koşmak da kasar adamı.


Eskiden özel günlerde falan fotoğraf çekilirmiş ya çünkü.. Öyle özel fotoğrafçıya gidilirmiş ailecek.. Haftalık resimler varmış o zamanlar, adına öyle denirmiş ama herhalde hafta da bir kez çekildiği için değildir. Fotojenik değilimdir Allah için (yani ben düzgünüm de resimlerde yamuk çıkıyorumun arapçası), ama bu kadar resimde de bir tane mi o eski fotoğraflarun asaleti olmaz canım.. Nesil mi bozuldu ne :)


O zamanlar insanların dışı da içleri kadar güzelmiş belki kimbilir.. Yüzlerine yansımış her birinin güzelliği, benim içim spastik olmalı ki resimlerde bu kadar spastik çıkıyorum..


İnsan nasıl ise fotoğrafda da öyle çıkar diyen olursa vururum biline..


"Aranıyor sahibi ruhumun,
Tam yerine mi düştüm..
...
Dört yanım akıllı, bir yanım deli...
Herkes akıllı, bir ben deli(Mor ve Ötesi)"

fasulye