16 Temmuz 2008 Çarşamba

BEN NERESİYİM BURASI KİM ? (3)

Uygur İmparatorluğu



MU Uygarlığının, daha önce bahsi geçen kolonileşme hareketlerinde her iki ana kolonileşme hattının (Doğu ve Batı) üzerinde yaşamakta olduğumuz Anadolu toprakları için önemli bir yeri olduğunu görmekteyiz. MU halkının bir kısmının Doğu koloni hattıyla Anadoluya gelip ilk atalarımızı oluşturduklarını, Batı koloni hattını incelediğimizde ise MU kıtasının en önemli kolonilerinden birinin büyük Türk devletlerinden biri olan UYGURLAR’ın ataları olduğunu görmekteyiz. Ayrıca tarih boyunca Anadoluyla etkileşim içinde olan Mezopotamya bölgesindeki Uygarlıkların atalarını da MU’dan göç edenlerin oluşturduklarını biliyoruz.


Anadolu halkının en eskisinden en yenisine, yani en son göç olan Oğuzların göçüne kadar bütün beslenme kaynağı Moğolistan’dır. Ve Moğolistan bölgesini de MU’dan göç eden Batı kolonilerinin bir kolu oluşturmuştur. Atlantislilerin göçü nasıl Mısır’ı meydana getirmişse, orayı kendileri için büyük bir göç yeri ve temel bir vatan yapmışlarsa, MU Uygarlığı’nın insanları da Uygurları temel olarak seçmişlerdir. Dolayısıyla iyilik ve güzellikle, felsefeyle ilgili bütün bilgileri oraya nakletmişlerdir. Uygurların kaynağı bugünkü Moğolistan ve Gobi Çölü’nün dağ yamaçlarına yakın olan bölgelerdir.


Arkeolojik bulgular ve ezoterik bilgiler, Uygurların “klasik tarih"te öğretildiği gi­bi 1250 yıllık geçmişi olan basit bir uygarlık olmadığını göstermektedir (Rus arkeolog Kosloff, Gobi çölünün kumlarının 20 metre altında, Khara-Khota harabelerinde, 18 bin yıl öncesinden kaldığı ileri sürülen, Mu sembolleriyle işlenmiş bir Uygur mezarı bulmuştur. Resimdeki figür bu uygarlığın kalıntılarının bir parçasıdır.) Tibet ve New Mexico’daki tabletlere dayanan James Churchward, H. S. Santesson gibi araştırmacıların verdikleri bilgiler ezoterik bilgilerle sentez edilerek Uygur tarihi kısaca şöyle özetlenebilir:


Onbinlerce yıl önce (Churchward a göre 80 bin yıl önce) Gobi çölünün kumlarının bulunduğu yerde büyük bir iç deniz vardı. (Bunu, Orta Asya efsanelerinin yanısıra, jeoloji de doğrulamaktadır.) Mu’nun batmasından çok önce, Mu’daki beyaz bir ırk anavatan dışındaki en büyük yerleşim bölgesi olarak bu bölgeyi seçmiş, bu iç denizin verimli kıyılarına güzel kentler kurmuşlardı (özellikle bugünkü Moğolistan ve Gobi’nin dağ yamaçlarına yakın kesimleri). Naakaller (Mu bilgeleri) Mu’ daki tektanrılı kozmik öğretiyi bu kentlerde de öğretmekteydiler. Uygurlar’ın Batı’ya doğru yayılmasıyla, büyük bir imparatorluk kurulmuştu ki, bu, Churchward’ın deyişiyle, “Mu’dan sonra dünyanın en büyük imparatorluğu haline gelmişti” (yüzölçümü bakımından Atlantis imparatorluğundan daha büyüktü). Churchward’a göre "Üçüncü Zaman”da Uygurlar, Balkanlar’a ve Orta Avrupa’ya dek ilerleyerek koloniler kurmuşlardı, fakat başkentleri Gobi bölgesindeydi. (Avrasya’daki Aryen kavimleri Uygurlar’ın torunlarıdır.)



Mu araştırmacılarına göre, bu imparatorluk ilk kez doğal afetlerle darbe yemiştir. Birinci darbeye “son manyetik felaket” ya da “tufan” adı verilir. Bu felaket sırasında Uygur başkenti yerle bir olmuştu. İkincisi ise “dağların yükselmesi” dönemine rastlar ki, bu olaylar sırasında Avrupa’daki Uygur kolonileri de yok olmuş, kurtulabilen Uygurlar’ın torunlarından İskitler, Keltler ve bazı ari kavimler oluşmuşlardır. Dağların yükselmesi sırasındaki tektonik hareketler sonucunda Gobi Denizi’nin suyu çekilmişti. (Kimilerine göre, Gobi Denizi’nin suyu, çökmeler sonucu Hazar ve Karadeniz’i oluşturacak şekilde Batı’ya çekilmiştir.) Naakaller’den, tufanın etkilemedigi Batı bölgelerde yaşayanlar, tufanın bitmesinden sonra, Gobi’de bırakılan Uygur arşivlerini ele geçirip, bir kısmını Tibet’e götürmüşlerdir ki, Vedalar’ın, Hint kutsal metinlerinin ve kimi efsanelenin asli kaynağını bu Uygur arşivleri oluşturmuştur. (Kimilenine göre de Hintliler bunları Uygurlar’ın bir kolunun Tibet üzerinden Hindistan‘a girmesiyle edinebilmişlerdir.)



Kimi Hint ve Çin efsane ve yazıtlan Uygurlar’ın ikinci kökeninin kozmik olduğuna işaret etmektedir. Bu efsane ve yazıtlara göre, büyük beyaz bir yıldızdan veya yıldız sisteminden gelen beyaz tenli insanlar, Gobi iç denizindeki bir adaya inmişler, zamanla deniz kıyısındaki insanlara uygarlığı, yüksek bilgileri öğretmişler ve giderek bu bölgede yaşayan insanlarla kaynaşmışlardır. Çin yazıtlarını inceleyen Abel Clarte, iniş olayının İÖ 16 bin yıllarında olduğu ileri sürer. Prof, Rameau ve Saint—Sauveur ise iniş noktasının Güney Altay dağ kollarında, Lob-Nor gölünün 600 km. kuzeydoğusunda olduğunu ileri sürer. Bu tezi arkeolog Harold Wilkins’in de desteklediğini bildiren araştırmacı Peter Colosimo eski bir Hint yazıtından şu pasajı aktarmaktadır:



“Ulaşılmaz yüksekliklerden hızla inerken çıkardığı gökgürültüsü gibi sesiyle, gökyüzünü ateş dilleriyle dolduran alevlere bürünmüş olarak, Ateşin Oğulları’nın arabası, Parlak Yıldız’dan gelen Alev Tanrıları’nın arabası göründü. Gobi Denizi’nin yemyeşil ve göz kamaştırıcı, mis kokulu çiçeklerle örtülü Ak ada’sı üzerinde durdu.”



Türkler’in, anlatıldığı gibi kozmik bir kökeni varsa, efsanelerinde böyle bir adaya değinilmesi gerekir düşüncesiyle Türk efsaneleri incelendiğinde, ortaya ilginç bir görünüm çıkmaktadır. “Göl ortasındaki ada” Türk mitolojisinin en önemli motiflerinden biri olup, Türkler’in kökenine ilişkin efsanelerde geçer. Gerek Oğuz Kağan Destanı’nda, gerekse Uygurlar’ın türeyiş destanında, köken, bir adaya ve adaya gökten iniş fenomenine bağlanır (Oğuz Kağan gökten bir ışık demetiyle inen ilk eşinden sonra, ikinci eşini göl ortasındaki küçük bir adada, ağaç kovuğunda bulur. Uygurlar’ın türeyiş destanında ise, Bögü-Han, bir adadaki tepenin üzerinde bulunan kayın ağacına gökten inen ışık demetiyle ortaya çıkmıştır.)



Mu kökenli, kozmik aşılanma geçiren Uygur Türkleri Anadolu’da, buraya kendisinden önce gelmiş bulunan Mu ve Atlantis kökenli halklarla karışıp kaynaşmış ve Anadolu insanını oluşturmuştur. Anadolu’nun, arkeolojiye göre, Dünya’da en fazla uygarlığı barındırmış ülke olması (pek çok ülkenin tarihinde iki üç uygarlık sözkonusuyken bu sayı Anadolu’da 10'u aşar) ve Anadolu’nun yerküredeki 7 ana "çakra" dan birinin üzerinde bulunduğu ezoterik bilgisi, Türkler’in Anadolu’ya geliş nedenini ve bu ülkenin “vazifeli” ülke olduğu, yani dünya çapında önemli bir “vazife”si olduğu söylentisini açıklar gibidir.



Konuyla ilgili olarak Ergün Arıkdal şu bilgileri veriyor:



"Gobi içdenizinin kurumasının neden olduğu büyük Uygur göçüyle birlikte Mu bilgeliği ve Atlantis teknolojisiyle yetişmiş olan büyük insanlık güçleri, zekası ve zihni de göç etti. Onların içinde karışmış birçok varlıkta tohum halinde bu kapasite mevcuttur.



Atalarının yapmış olduğu şeyleri şu anda yapamıyorlar ama, cevher olarak bunu korumuşlardır. Dört-beş bin yıllık firavun mezarlarından alınan buğdaylar nasıl filiz verdiyse, o tohumlanma özelliklerini 5 bin yıl boyunca nasıl korumuşlarsa, o insanlar da kendi DNA’larında, kendi kalıtımlarında bunları naklettiler ve getirdiler. “Bu kalıtımın artık ne Atlantis’te ne de Mu’da olmayışı, bunların sadece, bir kısmının Mısır taraflarında, bir kısmının da Uygurlar’da kalışı çok önemlidir. Bu insanların en çok taşıdığı özellikler, duyular dışı algılamayla ilgili kodlardır. Bunlar mükemmel bir şekilde hiçbir bozulmaya ve eksilmeye yer bırakılmadan o varlıklar tarafından o göçlerle bu ülkeye, Anadolu’ya yeniden getirilmiştir. Kaybolmuş o yetenekler o insanlar tarafından tekrar yayılmıştır.



“Demek ki Anadolu halkının kalıtımsal olarak getirdiği en büyük nitelik psişiktir. Bu toprakların insanları gerçekten psişik varlıklardır. Bu ulusun yaşamlarının bir tarafında, tekamül sürecinin birçok tarafında duyular dışı algılama denilen psişik olayların pek çoğuyla karşılaşmak mümkündür; üstelik burada bunlar sadece bir fenomen olarak ortaya çıkmaz. Buradaki insanların gelişiminde birer motor vazifesi görmektedir ve önemli olan da budur.



“Avrupa’da da DNA’sında bu özellikleri taşıyan ve bu şekilde yaşayan insanlar var. Ancak onlarda motor vazifesini görmemektedir. Sadece bir fenomen olarak gözükür. Metapsişik bir olay gibidir ve bu onların hayatlarını yönlendirmez. Halbuki buradaki insanların hayatını o olaylar yönlendirmektedir. Bu nedenle Anadolu insanının hepsi, ister istemez, sürekli bir şekilde, üst planlarla irtibat halinde yaşar. Bizim en büyük özelliğimiz budur. Başka bir ifadeyle, buranın varlıkları asıl iç yüzlerini ruhsal dünyaya dönük yaşar. Görünüşte hepimiz dünya malı gibi yaşarız yeriz, içeriz, dans ederiz, kumar oynarız vb. her şeyi yaparız, bütün dünyadaki insanların yaptığı işler gibi; ama burada çok ince bir fark vardır: Bizim iç yüzümüz sürekli bir şekilde ruhsal dünyaya dönüktür. Çünkü doğamızda, taşıdığımız DNA’larda bu tarafımız gelişmiştir.



“Bunlar, bize anavatanımız Mu’dan, Uygur akımından intikal eden bir vazife mirasıdır. Vazifenin yapılabilmesi için verilmiş olan bir mirastır bu. Bu mirası hiçbir zaman boşa harcayamayız.”


Sonraki Bölüm

Uygur İmparatorluğu Devam

Hiç yorum yok: