27 Nisan 2010 Salı

TARİHİ SİNOP CEZAEVİ

“Parmaklıklar Ardında” adlı diziyi izlediyseniz, pek çok mekanına dizi aracılığı ile şahit olduğunuz tarihi Sinop Cezaevi 1999 yılında kapatılmasına kadar Anadolu’nun Alcatraz’ı olarak anılmaktaydı. Pek çok ünlüye cezaevi sahipliği yapan mekan bugün ziyaretçilere açık ve restorasyonuna devam ediliyor.


Geçen yıl ziyaret etme olanağı bulduğum cezaevi gerçekten oldukça etkileyici bir müze olmakla beraber, hafızalarınızdan kolay kolay silinmeyecek anlar yaratan çok farklı bir mekan..

Henüz restore edilmemiş binalar sanki yaşanılan acıları silmek istercesine bitki örtüsünün ardına gizlenmiş.. Daha ilk avlusuna girdiğinizde bile gerçek dünyadan uzaklaşıp, bir zamanlar bu avlularda ayak sesleri çınlamış mahkumların hayali ile sarıp sarmalanıyorsunuz. Taş duvarlara sinmiş burukluk ve neredeyse yosunlaşmış ve dökülmüş bir harabe görünümdeki cezaevi, günah çıkartıyormuş gibi dikiliyor önünüze..

Cezaevi olmadan önce yaklaşık 4000 yıl önce Gaskalılar tarafından inşaa edilmiş üç tarafı denizlerle çevrili kale duvarları arasında yer alıyor olması da mekana ayrı bir anlam kazandırıyor. Bir zamanlar denizden gelebilecek saldırılar için savunma amaçlı kullanılan ve belkide pek çok Gaskalı askere mezar olan bu topraklarda 4000 yıl sonra suçu olsa da, olmasa da bir şekilde buraya düşmüş olan mahkumların ayak izleri üzerinde dolaşıyorsunuz. Bir tarafta kurtarılmaya çalışılan hayatlar için kurgulanmış bir yapı, diğer tarafta yok olan hayatlara ev sahipliği yapmış taş duvarlar. Ancak tarihin içine daldıkça anlıyorsunuz ki, kale savunma noktası olmasıyla değil, 4000 yıl önce de iç kale kısmının zindanları ve mahkumlarıyla ünlü. Bu kadar güzel ve yeşil bir alanda tarihte bir kara nokta olarak kalma kaderini üstlenmiş nedense..

Evliya Çelebi’nin “Büyük ve korkunç bir kaledir. 300 demir kapısı, dev gibi gardiyanları, kolları demir parmaklıklara bağlı ve her birinin bıyığından 10 adam asılır nice azılı mahkumları vardır. Burçlarında gardiyanlar ejderha gibi dolaşır. Tanrı korusun, oradan mahkum kaçırtmak değil, kuş bile uçurtmazlar.” olarak tanımladığı kalenin resmi olarak zindana dönüşmesi tarihi kaynaklara göre 1887 yılında gerçekleşmiş.

Dizinin çekildiği alanlar haricindeki hemen tüm alanları dolaşabiliyorsunuz. Hücrelere girebiliyor, müze haline getirilişinden bu yana bitkilerden başka sürekli bir canlı yaşamına şahit olmamış avlularda volta atmanın nasıl bir duygu olduğunu da keşfedebiliyorsunuz. Nerdeyse boş olan hücrelerde bir kaç kırık ranza kullanılmamaktan simsiyah olmuş bir lavabo ve tuvalet ile kimi yerlerde deniz manzaralı pek çok hücre yer alıyor. Gezinizi kendi başınıza gerçekleştiriyorsanız seyreklikle yerleştirilmiş tabelalar dışında herhangi bir bilgi alma şansınız olmuyor. Sadece düşüncelere dalarak ağır ağır kendi ayak seslerinizi dinlediğiniz karanlık hücre ve koridorlara bakıp duruyor olsanız da, mekana işlemiş duygu yoğunluğu sizi gerçek dünyadan kopartmayı başarabiliyor.

Bir kısmı 1979 yılında gerçekleşen mahkum isyanı neticesinde yanan cezavinde 1939 yılında yapılan birde çocuk islah evi yer almakta. Benim gittiğim dönemde restorasyonu devam edem ıslahevi kapısından girdiğinizde bir cezavinden çok perili bir evi andırıyordu insana. Yetişkin hayatların yok olduğu bu duvarların arasında kaybolan çocukluklukları düşünmek ise insanın tüylerini gerçekten diken diken ediyor.

Çocuk Islahevinin hemen yanındaki geniş avluda ise üzerine örtülmüş beyaz örtüye rağmen, rüzgarın saklanmasına izin vermediği cezaevi otobüdü yer alıyor. Sürekli esen rüzgar yüzünden bir orası bir burası açılıp duran otobüs, ne kadar uğraşsa da, uzaklardan buraya taşıdığı insanların çektiği acıların ayıplarını saklayamıyor bir türlü. Binaların pek çoğu gibi korunamayan otobüsün dış yüzeyi pas içinde kalmış. İçindeki koltukların döşemeleri parça parça olmuş durumda. Sanki taşıdığı mahkumlardan sonra cezasını tamamlamak üzere ibretlik bir abide gibi yapayanlız duruyor avlunun ortasında.

Buraya getirilmiş olan insanların pek çoğunun suçlu olduklarını kabul etsek bile yine de atmosfer sizi hep yaşanılan acıdan yana sürüklüyor ve çıkmak için gün sayan mahkumların sessiz çığlıklarından başka bir şey duyamıyorsunuz.

Sıradan pek çok mahkuma ev sahipliği yapmanın ötesinde pek çok ünlüye de evsahipliği demeye dilim varmadığından cezaevi sahipliği diyebiliyorum, yapmış Sinop Cezaevi.. Değerli sanatçı Edip Akbayram’ın sesinden dinlemeye alışkın olduğumuz meşhur “Aldırma Gönül” şarkısı da bu duvarların arasında yazılmış. Sabahattin Ali’ye ait olan şiiri, hücrelerden birinin duvarına kocaman bir tabela olarak asmışlar.. Gerçekten de şiiri okuduğunuzda fırtınalı gecelerde taş duvarları yalayan karadenizin dalgalarının sesini çok rahat hayal edebiliyorsunuz.

Numara ile kısımlara ayrılmış cezaevi binalarından bir tanesinde mahkumların ortak olarak kullandıklarını tahmin ettiğim bir odayı düzenlemişler. Duvarda asılı eski bir ceket, mutfak tezgahını andıran bir tezgah ve üzerinde siyah beyaz fotoğraflar ve plastik çiçeklerle süslenmiş bir ayna var. Tahmin ediyorum bu alanı çay demlemek, traş olmak gibi amaçlar için kullanıyorlarmış. Tezgahın önünde mavi deri görünümlü bir sentetikle kaplanmış bir berber koltuğu var. Düzenleme az önce bu mekanı kullanan mahkumlar varmış hissi yaratıyor insanda.. Tezgahın üzerine dağıtılan kağıtlar belki yazılmış, belki okunmuş mektuplar olmalı diye düşünmeden edemiyorsunuz. Ancak odaya giremiyor cezavinin pek çok alanında olduğu gibi demir bir parmaklığın arkasından bakabiliyorsunuz. Tezgahının sırtı beyaz fayans kaplı bu oda mahlumların ortak yaşam alanlarından biri olarak oracıkda durmaya devam ediyor hala..

Volta atıldığını tahmin ettiğim ön avlular betonken arkalardaki avluların çoğu toprak, sanıyorum şimdi o arka avlularda olan ağaçlar o zamanlarda varmış. Ama bu alanların mahkumların ne kadar kullanılamsına izin verildiğini bilemiyorum tabii. Belkide görüşme alanları olarak kullanılıyorlardı. Mahkumlar sevdikleriyle açık bir alanda bir ağaç gölgesinde sohbet edebiliyorlardı diye hayal etmek istedim nedense..

Cezavi girişinin önünde yine o yıllarda ambulans olarak kullanılan araç duruyor. Dışarıdan bakıldığında korunmuş ve bakımı yapılmış hissi veriyor olsa da içine baktığınızda cezaevi otobüsüyle aynı kaderi paylaştığını anlıyorsunuz. Ambulansın üzerindeki tabelada kullanıldığı dönemde en son ne zaman bakımı yapıldığı yazıyor. Arabalardan çok anlamadığım için aracım modeli veya yaşı üzerine bir yorum yapamıyorum.

Yoğun duygularla ayrıldığımız taş duvarlardan kendi aracımızı parkettiğimiz yere doğru ilerlerken önce bıyıklarını farkettiğimiz iri yarı bir adamla karşılaşıyoruz. Başlangıçta çekinerek baktığımız bu adamın konuşmaya ne kadar hevesli olduğunu yanımıza gelip söze başlamasından anladıktan sonra, içimiz rahatlıyor. Şimdi adını hatırlayamadığım bu adam Sinop Cezaevinin son gardiyanı olduğunu söylüyor. Daha önce pek çok tv kanalına çıktığını anlatıyor bize. Cezaevinin kapanmasının ardından bir süre rehber olarak çalıştığını ancak sonra işten çıkarıldığını söylüyor. Aklım öyle karışık ki aslında sormak istediğim pek çok soruyu soramadan bir hatıra resim çektirerek son veriyorum sohbete..

Yolunuz Sinop’a düşerse mutlaka ziyaret etmenizi önereceğim cezaevinin duvarları canlanıyor gözümde yeniden. Bir zamanlar kale olan bu gizemli mekana bakıyorum uzaktan.. Cezavine ait avlu duvarlarında kaleye ait tarihi kalıntıları gördüğüm aklıma geliyor. Tarihe sonsuz saygımızdan kale duvarlarına ait taşları ve sutun ayaklarını cezaevi avlu duvarlarında kullanan halkıma güleyim mi ağlayayım mı kestiremiyorum bir süre..

Fasulye
http://www.kadinlog.com/kultur-sanat/tarihi-sinop-cezaevi.html

Hiç yorum yok: