21 Mayıs 2010 Cuma

Salıverdim Çayıra : Amerika (4)

Artık Amerika’lı sayılırdık. Sayılırdık da ailelerimize buraya vardığımıza dair bir haber vermemiştik. Muhtemelen bizi iyi tanıyan ailelerimizi iki gundur bizden ses çıkmayınca geri dönemeyceğimize kanaat getirmişlerdi. Otelin karşısında bulunan küçük bir market vardı. Yasemin bize oradan telefon kartları alabileceğimizi söylemişti. Odadan aramıyorduk çünkü bize demişlerdi ki, sakın odadan telefon açmayın, oda fiyatından daha çok ödersiniz uluslararası görüşmelerde. O ana kadar dinlemediğimiz söz olmuşmuydu, ya da başımıza gelmedik bir şey? Hayır..


Bu arada arkadaşımın bir başka arkadaşı o dönemde Türkiye’de olmayan Gilette Mac 3 siparişi vermişti ve şansa bakın ki markette o da vardı. Orta halli bir market olan yerde çok da ucuz yaprak sigaralar bulmuştuk. Gilette Mac 3 reyonuna geldiğimizde bir Türk olarak kendimizi belli ettik ve market sahibi kendimize alıyoruz sanmasın diye (niyeyse) arkadaşımın arkadaşından bahsetmeye başladık yüksek sesle, hem de İngilizce. Gilette Mac 3 alırken gösterdiğimiz başarıyı kart alırken gösteremeyecektik ne yazık ki, Çünkü üzerinde ülke isimleri yazılarak cama yapıştırılmış kartların arasında Türkiye yazanı bulamamıştık. Ama diyorum ya biz Türk’dük Fransa en yakın olan ülke diye düşünüp ondan aldık.

Marketin hemen önünde bir telefon kulubesi vardı. Hani şu para atılan siyah telefonlardan, kulubenin içine ikimiz birden girip ne kadar ararsak arayalım kartı sokacak bir delik ne yazık ki bulamadık. Tabi canım bu paralı telefon kartlı değil ki diyerek yol boyunca yürüyüp bulduğumuz bütün telefonlara aynı muameleyi uyguladık. Nafile bir çabaydı. Hatta ertesi gun otelin civarındaki kulubeleri ve hatta Disneyland içerisinde bulduğumuz bütün kulubeleri deneyecektik ve hiç birsinde elimizde bulunan koca kartı uyduracak bir dleik bulamayacaktık. Neden sonra aklımıza kartın üzerindeki yazıları okumak gelecekti.

Kartın arkasındaki numarayı kazıyıp verilen numarayı çevirmemiz gerektiğini anladığımızda aslında bu olayı kimseye anlatmamaya karar vermiştik ama üzerinden on yıl geçti zaman aşımına uğramıştır diye düşünüyorum. Kartın üzerindeki numarayı çevirip kazıdığımız numarayı söylediğimizde de bir sonuca ulaşamayacaktık, zira aldığımız kart Fransa içindi Türkiye değil.

Biz tüm bunlarla uğraşırken aradan bir gün daha geçecekti ve ertesi sabah odamızın telefonu acı acı çaldığında, hangimiz açacağız diye birbirimizin suratına bakacaktık, çünkü yüzyüze dudak okuyarak bile zor anladığımız İnglizceyi telefonda anlamaya çalışmak epey zor olacaktı. Arkadaşım büyük bir cesaret örneği göstererek ahizeyi kaldırdığında karşısında kurum genel müdürümüz sekreterini bulacaktı. Ailelerimiz bizden haber alamayınca kurumu aramış onlarda oteli aramak zorunda kalmışlardı. Çok tatlı bir hanım olan kurum genel müdür sekreterimize olanı biteni anlattığımızda bize odadan aramımızı soyledi, o ana kadar tuttuğumuz tüm sözler gibi bu sözüde yerine getirdik. Neyse bir sorunu daha başarı ile aşmıştık. Amerikalı yaşantımıza kaldığımız yerden devam edecek kalan altı gün boyunca başımıza az sonra anlatacaklarım gelecekti. Her günü teker teker anlatmak yerine bundan sonraki bölümlerde peş peşe anlatmayı tercih edeceğim, yoksa bir kitap çıkacak bu maceradan.

Her sabah önce seminere gidiyor arkasından odaya gelip etrafa saçılmış pijamalarımıza aldırmadan üzerimizi değiştiriyor, yanımıza yiyecek ve içeçek ile hırka benzeri bir şey alarak disneyland servisine biniyorduk. Bu arada marketi iyice keşfetmiş olduğumuzdan yiyeceğimiz şeylerin bir kısmını oradan almayı adet haline getirmiştik. Hatta alışveriş listemize şekerler ve yaprak sigaralar da eklemiştik. Kim takardı oda servisini, Türk’dük bir kere biz.

Yine böyle bir günde arkadaşım marketten üzerindeki resimden, yazıdan değil, resimden siyah üzümlü olduğuna kanaat getirdiğimiz kalem şeklinde uzun jel şekerlerden almıştı. Oldum olası tatlı ile arası olmayan benim için çok da önemli ya da iştah açıcı değillerdi. Bu nedenle şekerlerin yok oluş hızı hakkında en ufak bir fikrim yoktu odaya döndüğümüzde. Ta ki arkadaşım tuvaletten “Kakam yeşil çıkıyor” diye çığlık çığlığa bağırana kadar. Kakası yeşil çıkan bir oda arkadaşım vardı, üstelik bağırıyordu ve ben birini aramaya kalksam acaba bütün bunları İngilizce nasıl söyleyecektim. Genelde acil durumlarda camı kırmadan da soğukkanlı olabilme huyum vardır. Hemen kafamdaki bilimum düşünceyi uzaklaştırıp, olaya odaklandım ve şekerleri hatırlardım. Sonunda anlaşılmıştı ki arkadaşım, siyah üzümlü jel şekerleri gerçekten çok beğenmişti. Paketin tamamını da yediği için haliyle vücudu atarken renk değişimini ancak bu kadar sağlayabilmişti. Korkulacak bir şey yoktu.

Otelimizin çok yakınında Nike’ın Fabrika Satış Mağazası olduğunu keşfetmiştik, fiyatlar uygun görünüyordu ama bizim Türkiye’deki Nike fiyatları hakkında bir fikrimiz yoktu. Bu nedenle döndükten sonra pişman olacak olmamıza rağmen öyle çok da bir şey almamıştık. Yine de bazı akşamlar yürüyüş de olması amacıyla Nike Fabrika Satış Mağazası’na doğru yürüyüşler yapıyorduk. Caddeye açılan ara sokakdan karşıya geçmek üzereyken, sokağın ilerisinden bir tırın geldiğini gördük. Amerikalıların büyük anlayışı tırlarda daha bir kendini göstermişti sanki. Ebadı görünce, ecdadı korumak adına durduk haliyle. Ama beklenmeyen bir şey oldu tır bize varmadan yaklaşık iki metre önce durdu. Ama koca tırla şaka olmazdı tabi, ayrıca cüssesi gerçekten saygı yaratacak kadar büyüktü. Biz beklemeye devam ettik ki, geçip gitsin önümüzden. Derken tır şoförünün elini kolunu sallayarak bir şeyler demeye çalıştığını farkettik. Adamcağız bizi gördüğü için durmuştu ve geçmemizi bekliyordu. İnanabiliyor musunuz? Yaya kaldırımı, ışık, polis, trafik işaret ve işaretçilerinden hemen hiç biri orada değildi. Sadece yolun kenarındaki çalışıkta flamingo benzeri kocaman bir kuş vardı, kocaman bir tır bize yol veriyordu, bunun da adı Alice Harikalar diyarında olmalıydı. Aslında bu tür muamleye alışık olmadığımızdan adamın el kol hareketlerinin geçsenize ne bekliyorsunuz demek olduğunu anlamamız için de biraz zaman gerekti ve dolayısıyla ecdadı tam olarak kurtaramadık sanırım.



Bir başka gün Disney’de bir park dönüşü, parkın içinde dönüp duran tren gibi bir araç gözümüze takıldı. İki tarafı açık bu araçla parkı saatlerce yorulmadan gezebilmek mümkündü belkide. Çünkü bir parkı bütün gün dolaşmak bile yetmiyordu. Girmek istediğiniz alan için bir de sıra beklemeniz gerektiği düşünülürse ve bizde her alana girmek istediğimiz için bayağı vakit kaybediyorduk. Tren benzeri araç içinde sürekli bir anons yapılıyordu. Ama biz anlamıyorduk tabi. Belkide park hakkında bilgi veriliyordu kimbilirdi.

Araç durduğu bir anda hemen boş koltuklara kurulup etrafı seyretmeye hazırlandık. Aslında parkın yarısından fazlasını dolaşmıştık ve gün batmak üzereydi. Bu arada Orlando’da gün batımı da Disneyland’da gördüğümüz her şey kadar güzeldi. Hatta bir ara bunun da yapay olup olmadığından şüphe duymadık desem yalan olur. Ay’a ilk gidenlerin Amerikalılar olduğuna da şaşmamak lazım bence, çünkü gözümle gördüm ay oraya daha yakın ve kocaman..


Tren haraket ettiğinde ağrıyan ayaklarımızı uzatmış, bundan sonrasında yorulmayacağız diye bayağıda keyiflenmiştik. Tek sorun bir yerde inmek istersek ne yapacağımızdı. Ama bu da hiç sorun olmadı çünkü tren yaklaşık 15 dakikalık bir yolculuk boyunca hiç durmadı. Durmadığı gibi park alanından ayrılarak yaklaşık 2 kilometre uzaktaki, bizim daha önce hiç farketmediğimiz dev otoparka gitti ve durdu. Bindiğimiz tren insanları arabalarına taşımak içindi. Ayrıca hava karardığından park kapanmak üzereydi dolayısıyla geldiği gibi geri gitmeyecek son trendi bu bindiğimiz. Ahh şans.. Yine yüzümüze değil arkamızdan gülmüştü.. İnsanlar arabalarına doğru ilerlerken.. Kimse bizi farkediyormu diye etrafı süzerecek bizde iki kilometre uzaktaki parka doğru yürümeye başladık karanlıkta. İki yabancı gibi.

Otelimize bizi taşıması gereken servisin olduğu alana geldiğimizde tabanlrımız zonklamaya başlamıştı ve ne olmuştu bilin. Son servis de bizi almadan hızla kaybolmuştu karanlığın içinde. Hava buz gibi olmuştu, otel yürüyüş mesafesinde değildi ve karanlıktı. Uzakta duran taksiye gözümüz iliştiğinde, hava alanından otelede öyle gelmiş olmamıza rağmen arkadaşımın aklına Türkiye’de duyduğu tembihlerden biri gelmişti. Aman sakın siyah derili insanların kullandığı taksiye binmeyin. Neden diye sorduğumda o konuda bir açıklama yapılamdığını söyledi. Bir tek taksi vardı onunda şoförü siyah deriliydi ve saat gece yarısına gelmek üzereydi. Bir on beş dakika fikir telakkisinin ardından otele dönmenin başka yolu olmadığına karar verip taksiye bindik. Başımıza hiç bir şey gelmeden otele varmayı başarmıştık.

Ama o şansı bir yakalasaydık var ya... Bu arada otopark anısı olarak bir aracın plakasını fotoğraflamayı ihmal etmedik, çünkü portakalı ile ünlü olduğunu anladığımız Orlando’da tüm araçların plakalarında portakal resmi vardı.

devam edecek..

2 yorum:

Sis dedi ki...

e hala ne uyuşturucu satıcıları ne beyaz kadın tüccarları ne eli bıçaklı katiller var ortada.allahtan çizilen sadece azcık karizma olmuş amerikada :DD

Adsız dedi ki...

Oyle anılarımda var ama amerikada diil :) yazıcam..