9 Ocak 2012 Pazartesi

YAZI DİZİSİ : İMAM ÇIPLAK - 1


Bundan yıllar önce şimdi Maliye Bakanımız, Dışişlerine baktığı dönemlerde, o zamanların moda topluluğu, Avrupa Birliği’ne gidip, Türkiye’de müslüman azınlığın hakkı yeniyor diye şikayet etmişti. Ortalama yüzde sekseninin müslümanların oluşturduğu bir ülkede “azınlık” olduğu idda edilen bir kesim vardı da biz anlamamıştık o zamanlar.


Anlamamıştık, çünkü bir çoğumuz doğuştan resen müslümandık ve İslam dinine uygun olduğunu düşünerek tekrarladığımız ritüellerin bir çoğu “büyüklerin yanında bacak bacak üzerine atılmaz” ananemiz kadar hayatımızın doğal kurallarından biriydi. “Ezan okunurken şarkı söylenmez”di örneğin. Büyüklerin yanında neden bacak bacak üzerine atamadığımızı hiç merak etmediğimiz gibi, ezan okunurken neden şarkı söyleyemediğimizi de sorgusuz sualsiz kabul etmiştik bir kere. Annemiz kızardı çünkü.


Sokakta bir şey yenmez, ağzımızda bir şey varken konuşulmaz bir de domuz eti yenmezdi. Biri ayıp, diğeri günahtı, ama hangisi ayıptı hangisi günahtı bilmezdik. Yasaktı, işte o kadar, kuraldı. Hatta kendi adıma öyle karışıktı ki bu kavramlar uzun sure televizyon kapanırken okunan İstiklal Marşı ‘nda ayağa kalkmazsam günah işlediğimi sanırdım ben. Bir günahlar vardı bir de umacılar. Ayıplar gene affedilebilir durumlar olsa bile, günahlar büyük suçtu.

Derken Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi ile tanıştık. Bu derse niye “Din Kültürü” denildiğini düşünmek yıllar sonra aklıma gelmişti. Dersin adı çok uzun olduğundan kısaca Din Dersi derdik hepimiz. Türk Dili ve Edebiyatı dersine edebiyat, Beden Eğitimi dersine beden dediğimiz gibi.

Bir şeyi kırk ve katlarında söyleyince oluyordu demek ki, çünkü laik Türkiye Cumhuriyeti okullarında öğrencilerin din bilgisinden mahrum kalmaması amacıyla İslam Kültürü öğretilmesi için konulmuş bu dersin yüzünden, İslam Kültürünün adı ülkemde yıllar içinde “Din” olmuştu belki de.


İlk defa 1982 yılında laik Türkiye Cumhuriyeti’nde bir yaman çelişki olarak tanımlanan bu dersin 1923 yılından, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM)’in Türkiye’de Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi (DKAB) dersinin insan hakları sözleşmesinin “eğitimde ailenin dini ve felsefi inancına saygı gösterilir” ilkesine uygun olmadığına karar verdiği 2007 yılına kadar olan kronolojisini incelemek gerekir. Bu yazı da yer veremeyeceğim kadar uzun ve karmaşık bir hikayesi olan “Türkiye’de Cumhuriyet Dönemi Din Eğitimi ve Öğretim Kronolojisi” internette ulaşabileceğiniz bir bilgidir. Kısa bir göz atma sonucu ilgili dönemlerde Türkiye Cumhuriyeti yönetiminde etkin olanların derin izlerini taşıyan kronoloji, ülkemizdeki din eğitimi konusunun nasıl bir yılan hikayesine döndüğünün en açık kanıtıdır.


Sonuç olarak toplumda “ayıp”, “günah”, “yasak” kavramlarının içini doldurmak yetişkinlerin işiydi ve biz de büyükleri büyükleri sorgulamak “ayıp” olduğundan, ne söylenirse onu yapmaya ve ne anlatılırsa ona inanmaya koşullanmış durumdaydık.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM)’in öngördüğü şekilde “eğitimde ailenin dini ve felsefi inancına saygı gösterilir” kuralı kulağa doğru ve demokratik gelse de, benim çocuk olduğum yıllarda ailelerin dini ve felsefi görüşlerinden ziyade, siyasi akımlara çocuk kaptırmamak adına uğraşmak çok daha ön planda bir konuydu.

Bu nedenle karşımıza çıkarılan yasaklara bizleri korumak adına koşulsuz uymamız öğretilmişti bize. Abilerimiz ablalarımızın başına ne kötü şeyler gelmişti bu yüzden. Bu yasağın dayanağı dini, toplumsal, ailevi vb olması önemli değildi. Bir çoğumuzda otomatikleşen ve günümüzde hala birer reflex gibi yaptığımız davranışlarn temeli o yıllara dayanıyordu bu yüzden.


Anneannem hemen hepsi kıssadan hisseli bir çok hikaye anlatırdı, annemden de tekrarlarını defalarca dinlediğim bu hikayelerin kahramanları çoğunlukla “adamın biri” şeklinde aklımda kalmış ancak, yıllar sonra kendiiğimden Kur’an’I Türkçe okumaya karar verdiğimde hemen bütün hikayelerin Kur’an’dan alıntılar olduğunu hayretle farketmiştim.


1970’li yıllarda ülkemde elektirik kesintilerinin sıklıkla yaşandığı dönemler hayatımın tek basamaklı yaşlarına denk geldiği dönemlerdir. Ortalama üç dört yaşlarımda iken, akşamları elektirikler kesildiğinde ( ya da karartma uygulandığında) bir yandan mum ışığıyla gölge oyunları oynarken, annem nedense bana İhlas Suresini ezberletme sevdasına düşmüştü ve başarmıştı da. Yıllarca henüz üç yaşımda İhlas Suresini nasıl okuduğuma dair anılarını anlattı durdu bana ve çevresine. Belli ki kendiyle ve benimle de gurur duymuştu.

Ortaöğretime geçtiğimde tanıştığım “Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi” dersi sözlülerinde geçer not almak için kalan tüm namaz surelerini de sular seller gibi ezberlemiş, yine annemim baskısı ile üç ay yaz tatili boyunca oflaya poflaya Ayetel Kürsi’yi bakmadan okur duruma gelmiştim.

İyi de zaten ne olduğunu hiç anlamadığım bu karmakarışık söz dizelerini istediğim zaman kağıttan veya kitaptan okuyabilme şansım varken, neden ezberlemem gerekiyordu ki? Aslında cevap basitti, namaz kılarken dudaklarımı oynatarak mırıldanabilmem içindi anneannemin yaptığı gibi. İyi de namaz kılmam mı gerekiyordu? Bunun da cevabı basitti, çünkü İslam’ın şartıydı. E İslam neydi peki? Hz Muhammed ve ona inanların uğruna can koydukları “bir şeydi”. Adına din deniyordu. Tıpkı bu ülkenin toprakaları gibi çok zor elde edilmişti. O zamanlar bu ülkenin yakın tarihinin adının Atatürk olduğu öğretilirken bize de Türk olduğumuzun açıklaması hiç yapılmadığı için Hz Muhammed bir Türk büyüğü müydü diye sormak da hiç aklıma gelmemişti. Atatürk bu ülkenin toprakları için, Hz Muhammed İslam için savaşmıştı. Anladığım tek şey bu ikisine sahip çıkmam gerektiğiydi hepsi bu.

Okulda öğretilenler ile ailelerin soyledikleri sorgulanmazdı, “ayıptı”, “yasaktı”, “günahtı”. İstiklal Marşında ayağa kalkılır, bayramlarda el öpülür, terli terli su içilmez, büyükler konuşurken araya girilmez, namaz kılanın önünden geçilmezdi. Biz de hiç birini yapmadık.

Yapmadık ve hepimiz milliyetçi birer vatansever, dini bütün müslümanlar olduk. Hatta bazılarımız yaz tatillerinde Kur’an kursuna gitti.

Gururla mezun olduk liseden bu şekilde, geçer notları almış, lise diplomasına sahip olmuştuk. Ama ne yazık ki milliyetçi vatanseverlik ve dini bütün müslümanlıkla üniversiteye girilmiyordu. Bu kazanımlarımızı liseyle birlikte sona erdirip üniversite yarışına sürüldük.

Kimimiz ilkinde, kimimiz sonrakilerde öyle ya da böyle kazandık üniversiteyi. Bizden önceki ve sonraki donemlerdeki kadar derin bir şekilde olmasa da bir çoğumuz üniversite de inancımız veya görüşümüzün bizi belirli sınıflara dahil veya hariç ettiğini farkettik. Ama yine bir çoğumuz annelerimiz kızdığı için o güne kadar öğretildiğimiz temelsiz değerlerimizin duvara çarpışını sessizce yaşadık ya da görmezden geldik. Çünkü şimdi sırası değildi, ailelerimiz sadece derslerimizi düşünüp bir an önce mezun olmamızı istiyordu.

Bizler için tamamı yeni olan bir çok düşünce denizinde kaybolup mezun olduk hepimiz. Bu kulaktan dolma veya abi ablalarımızın okuduğu bir kaş kitap okuyup öğrendiklermizle tıpkı daha once milliyetçi vatansever veya dini bütün müslümanlar olduğumuz gibi kahramanlar ve düşünürler olduk. Ya da ezberleyip tekrarlayanlar demek daha doğru belki de, papağanlar gibi.

Bu benim hikayemdi, sizinkiler elbetteki benimkinden çok farklı olabilir. Bundan sonra yazacaklarıma nasıl vardığımı anlamanız açısından kısa bir özgeçmiş olarak kabul edin..

(devam edecek)

Fasulye

Hiç yorum yok: