3 Mayıs 2012 Perşembe

TARİH YAZILANLAR MI YAŞANILANLAR MIDIR? (2)

Sayın Çekiç çalışmasında o günleri aşağıdaki gibi anlatmaya devam ediyordu.

“NUTUK NEDEN ve KİME HİTABEN YAZILDI?
Gazi, Nutuk’ta Millî Mücadele’yi anlattığı bölümden hemen sonra bu soruyu soruyor ve gene kendisi yanıtlıyordu:


"…Maksadım, inkılabımızın incelenmesinde tarihe kolaylık sağlamaktır. Bütün bu olguların ve olayların cereyanında TBMM ve hükümeti başkanı, Başkomutan ve Cumhurbaşkanı olmaktan çok, teşkilâtımızın Genel Başkanı olarak bu görevi yapmaya kendimi mecbur sayarım.”


Büyük Nutuk, Gazi’nin eseri olan Türkiye Cumhuriyeti’nin eseridir. Her sayfasında, cumhuriyete giden o “uzun ince yol” Gazi’nin ağzından tüm ayrıntısıyla ve bütün dünyaya hitaben anlatılmaktadır. İşgalciler, Saray, İstanbul Hükümeti, Kuvvacılar, işbirlikçiler, komutanlar, yakın arkadaşları, sonradan yolları ayrılan arkadaşları, dost – düşman herkes bu anlatılanlardan kendilerine bir pay çıkarabilmektedir.

O nedenle, özellikle İngiliz Büyükelçisi ve sefaret mensupları büyük bir merak ve dikkatle dinliyorlardı. Sultan Vahdettin’in İngilizlerle olan gizli temaslarını, Sadrazam Damat Ferit’in aşağılık ilişkilerini ve onursuz politikalarını, İngiliz Severler Derneğini, Anadolu’daki kutsal isyanı bastırmak için Vahdettin’in İngilizlerden aldığı para ve silahla donatıp, Ankara’yı ezmek üzere sevk ettiği Hilafet Ordusu’nu, şimşek bakışlarını kordiplomatiğin oturduğu locaya dikmiş, gürül gürül anlatıyordu.


Anlattıkça da yan masaya bir belge veriyordu. Oturum sona erdiğinde tüm diplomatların en büyük merakı, “acaba yarın ne anlatacak?” sorusuydu. “

Ardından yaşadığımız bugünlerde yine aklımızda benzer bir soru yok mu hepimizin “acaba yarın ne olacak?”


Bu noktada yeniden Nutuk’a Mustafa Kemal’e kulak verelim.

“Yeni bir Türk Devleti kurmak için kesin kararım şuydu : Türk ulusunu ve ordusunu, yurdumuza girmiş olan düşmanlara karşı olduğu kadar, Osmanlı hükümetine, padişahına, halifesine karşı ayaklandırmak, örgütlemek. Verdiğim kararın tümünü uygulamaya koymak imkansızdı, Çünkü bazı sorunların konuşulması için daha erkendi....


... İlk kararın çizdiği çizgidenve yöneldiği amaçtan hiç ayrılmadım. Başarı için pratik ve güvenilir yolu, zamanı geldikçe uyguladım. İleride olabilecekler üzerinde konuşmak yerine, içinde bulunduğum sorunların çözümüyle uğraştım. Ulusumuzun gelişmesi ve yükselmesi için esenlik yolu buydu. Ben de öyle yaptım.


Söylediklerimi özetlemek gerekirse şöyle diyebilirim : Ben, ulusun vicdanında ve geleceğinde sezdiğim büyük gelişme yeteneğini, bir ulusal giz gibi vicdanımda taşıyarak yavaş yavaş toplumumuza uygulatmak zorundaydım.”


Bu noktada yine Nisan 2012 tarihinde Murat Bardakçı tarafından ortaya atılan Mustafa Kemal’in Vahdettin’e yazdığı mektuba değinmek istiyorum.


19 Ocak 1920 tarihli olduğu ve 50 yıl gizlenmek suretiyle bir müzeye bağışlanmış mektubun içeriği aşağıdaki gibi ;

"AMACIMIZ PADİŞAHIMIZI MÜSLÜMAN DÜNYASININ TEK HÂKİMİ YAPMAKTIR"

“Padişah hazretlerinin yaveri Naci Beyefendi’ye: Muhterem Beyefendi, Varlığını korumak ve geleceğinin selâmetini sağlamak için maddî ve manevî bütün kuvvetlerini birleştirmek suretiyle Allah’a hamdolsun genel siyasî vaziyetimiz üzerinde şükredilmesi gereken iyi etkiler yaratmış ve özel anlaşmalarla defalarca getirilen taksim arzularını gerçekleşme zemîninden uzaklaştırmaya muvaffak olmuş bulunan Kuvâ-yı Milliye’nin asıl hedefi ile gayet kutsal gayesi, Osmanlı milletinin en büyük ve en muhterem gerçek temsilcisi olan heybetli padişah hazretlerini istiklâlinin ve hâkimiyetinin üzerine gelebilecek her türlü etkiden ve kusurdan korumaktır. Temsil hey’etimiz, Türkiye’nin padişahı olan ve mukaddes İslâm’ın halifesi sıfatıyla bütün İslam âleminin vicdanî bağlılığını yüce makamında birleştiren efendimiz hazretlerinin değil yalnız Anadolu ve Rumeli’deki, sınırlarımız içerisinde bulunan vatanın her yerinde, hatta bütün İslâm dünyası üzerinde madden ve mânen hâkim ve söz sahibi olmasını bütün Asya’nın geleceği adına yegâne kurtuluş çaresi olarak düşünerek çalışmalarını geniş bir ‘ümmet’ siyasetine çevirmiş, doğrudan doğruya Hilâfet makamının korunmasını ve bağımsızlığını gaye kabul eylemiştir.



Şahsen, zât-ı âlîlerinin vicdânını temsil heyetimizi meydana getiren şahıslardan her birine ve özellikle de bu sarsılmaz kanaatimize şahit olarak gösteririm. Vaktiyle padişahımızın ayak toprağına bizzat kabul şerefine erdiğim zaman arzettiğim bu düşünce ve bağlılık, Anadolu’da ortaya çıkan ve bütün şerefi ile gücü padişahın namlı ismi ile münasebeti bulunan çalışmalarla kuvvetlenmiştir.Meslek ve kanaatimin değişmesinin sözkonusu olmadığı esasen yüksek bilgileriniz dâhilindedir. Dolayısı ile bu hususu da padişahımızın ayağının toprağına humâyuna tekrar arzedip ulaştırmanızı faydalı görüyorum. Anadolu’da büyük bir itimat ile arz ettiğim kutsal gaye etrafında teşkilâtını düzenleyip yoğunlaştıran Kuvâ-yı Milliye’nin artık tamamen ve bütün köyleri de içerisine alacak biçimde şekillendiğini, dolayısı ile padişahın dokunulmazlığı ve hâkimiyeti uğrunda canını fedâ etmeye istisnasız bütün milletin güçlü bir anlayışla hazırlanmış olduğunu arz edip müjdelerim. Başta vicdanlarındaki dinleri ve nihâyetsiz bir kölelik duygusu ve sadakatle hâkim padişahları olduğu halde milletin tamamının bugün gösterdiği birlik ve uyum, gelmesi yakın olan barışın şartları hakkında ümitler vermekte olduğu gibi, bilhassa gelecek için de büyük gelişmeler vaad etmektedir. Bir haftadan bu yana toplantı hâlinde olan İstanbul’daki Meclis’te de aynı gaye ve emeller etrafında kuvvetli bir çoğunluk hâlinde dayanışma birliği ortaya çıkmıştır. Bütün millî teşkilâtların bu çoğunluğa kuvvetle bağlılığı, hilâfet makamının sahibi olan heybetli padişahımızın devletle ilgili düşüncelerini, tebâsının mevcudiyetini ve Allah tarafından korunmakta olan memleketinin bütünlüğünü her zamandan ziyade emniyet altında bulundurmaktadır. Millî teşkilâtımızın yüzyüze bulunduğu amaçlarla millî ve siyasî konulardaki genel durumumuza ve padişahın isteklerine bağlı olan temel düşüncelerimize dair ayrıntıyı ve açıklamaları padişahımızın ayağının toprağına yakından arzetmek üzere eski Denizcilik Bakanı Rauf Beyefendi ile padişahımızın valilerden Bekir Sami Beyefendi, İstanbul’a gittiler. Padişah tarafından kabul edilme şerefine nâil olmalarının sağlanmasını istirhâm ederim. Âcizleri, halife hazretlerinin gökyüzü seviyesindeki sarayının eşiğine bizzat yüz sürmek şerefinden mahrum kalmanın daha fazla devam etmeyeceği ümidi ve her zaman tekrarladığım sadakat ve bağlılık duygularımın sonsuz olduğunu padişahın huzuruna bir defa daha sunmayı başarma fikriyle bahtiyâr olarak yüksek ululamalarımı ve kuvvetlendirilmiş saygılarımı takdime aracılık etmenizi rica eylerim efendim. Mustafa Kemal”


1927 yılı Ekim ayında meclis kürsüsünden, Vahdettin hakkında olumsuz ifadeler dile getiren Mustafa Kemal 1920 yılının Ocak ayında, Vahdettin’e tabiri caiz ise tam bir padişah sevdalısı bu mektubu yazmıştı Murat Bardakçı’ya göre. Amacım burada yazmıştı-yazmamıştı gibi bir polemiğe girmek değil. Yazmışsa 50 yıl saklanması isteği geri çekilip derhal yayınlanmalı, ortada ispat edilecek bir kanıt yokken gereksiz polemikler yaratılmamalıdır bana soracak olursanız. Yine de yılların deneyimi Bardakçı’ya güvensizlik göstermeyip yazdığı varsayımı üzerinden bir kaç şey söylemek istediğim için bu noktada mektubu gündeme getirme ihtiyacı hisettim.

1927 yılında meclis kürsüsünden okunan Nutuk’un hemen ilk saatlerinde, Mustafa Kemal’in amacını ve yöntemini açıklayışını az önce hep birlikte okuduk. Ne diyordu Mustafa Kemal ?

“Yeni bir Türk Devleti kurmak için kesin kararım şuydu : Türk ulusunu ve ordusunu, yurdumuza girmiş olan düşmanlara karşı olduğu kadar, Osmanlı hükümetine, padişahına, halifesine karşı ayaklandırmak, örgütlemek. Verdiğim kararın tümünü uygulamaya koymak imkansızdı, Çünkü bazı sorunların konuşulması için daha erkendi....”


Böyle bir mektup yazmışsa da, bunun nedenini oldukça net bir biçimde nutukda açıklamıştı. Niyetini başından belli edip daha Anadoluya geçmeden kendini ele vermesinin zeka ürünü bir davranış olmayacağı açıkça ortada iken, bunu Mustafa Kemal’in bir tutarsızlığı olarak yorumlayanlar olması, belki de benim aklımın almayacağı konular olması yüzündendir.

Murat Bardakçı yazıyı tam olarak aşağıdaki cümlelerle okuyucuna takdim ediyor, tarih 22 Nisan 2012.


“Yarın Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılışının 92. yıldönümü. Bu münasebetle, Mustafa Kemal Paşa’nın Meclis’in açılışından üç ay önce Ankara’dan Sultan Vahideddin’e iletilmek üzere padişahın başyaveri Naci Bey’e gönderdiği ve az bilinen bir mektubunu yayınlamak istedim.

Mustafa Kemal Paşa, 1920’nin 19 Ocak’ında kaleme aldığı mektubunda Kuvâ-yı Milliye’nin tek çabasının padişahın kurtarılması ve halife sıfatıyla bütün İslam dünyasında hâkimiyet kurmasını sağlamak olduğunu söylüyor. Daha sonra, arkadaşı Rauf Bey’i yani “Hamidiye Kahramanı” diye bilinen ve Meclis hükümetinin ilk başbakanlarından olan Rauf Orbay ile eski valilerden Bekir Sami Bey’i bütün bunları anlatmak üzere İstanbul’a gönderdiğini yazıyor ve padişahın bu iki kişilik heyeti kabul etmesi ricasında bulunuyor

HATİMLER İNDİRİLDİ

Büyük Millet Meclisi, bu mektubun yazılmasından üç ay sonra açılacak ve Anadolu, 23 Nisan 1920 Cuma günü tarihinin belki de en büyük dini merasimlerine sahne olacaktı... İşgale uğramamış bütün vilâyetlerde hatimler indirildi, Buharî-i Şerîfler okundu, dualar edildi ve asıl büyük merasim, Ankara’da yapıldı. Cuma namazı Hacı Bayram-ı Velî Camii’nde kılındı, namazdan sonra sakal-ı şerif ile sancak-ı şerif çıkartıldı ve daha sonra “İlk meclis binası” olan İttihad ve Terakki Klübü’ne kadar bunlarla beraber yüründü. Binaya girişten önce yeniden dualar edilip kurbanlar kesildi. O gün sabahtan itibaren indirilen hatimlerle okunan Buharîler klüp binasının önünde tamamlandı ve binaya kesilen kurbanların kanları üzerinden sekilerek girildi. Anadolu, Malazgirt’ten o güne kadar gerek Selçuklu, gerek Osmanlı zamanlarında hiçbir vesileyle bu derece tantanalı dinî merasime şahit olmamıştı.

BİR MÜZEYE BAĞIŞLADIM

Mustafa Kemal Paşa’nın Sultan Vahideddin’e iletilmek üzere başyaver Naci Bey’e gönderdiği ve son derece ağdalı bir Osmanlıca ve saygılı bir ifade ile kaleme aldığı mektubun günümüz Türkçesi’ne nakledilmiş şekli, bu sayfada yeralıyor...

Orijinali daha önce bende olan ve şimdi Türkiye’nin önde gelen müzelerinden birine 50 sene boyunca açılmamak kaydıyla bağışladığım belgeler arasında bulunan bu mektup, Ankara ile İstanbul arasında İstiklâl Harbi senelerinde çok kısa bir müddet devam eden iyi ilişkilerin son örneklerindendir ve taraflar sonraki günlerde gayet iyi bilinen sert çatışmalar içerisine gireceklerdir.”
Bundan sonra 50 yıl açılmasın istemiş olduğu halde yine de kabına sığamayarak yayınladığı mektubun içeriğine yer veriyor. Meclisin açılışındaki dini mesarimin şeklini ve hanedan ile cumhuriyet arasındaki son bağ olduğu yorumunu getirmiş olmasına rağmen bu mektubun yazılış sebebi hakkında olumlu ya da olumsuz herhangi bir yoruma yer vermeyerek, yılların gazetecilik tecrubesiyle polemik denizine bir yenisini ekliyor.

Tarihçi kimliği ile keşke konunun hic bir bölümünü yorumlamasaydı da okuyucuya bıraksaydı daha saygıyla yaklaşacağım bu davranış, nedense bende hiç de olumlu düşünceler yaratmıyor.

Elbetteki bu yazının başından beri benimde oldukça taraflı ve tamamen Mustafa Kemal tarafından bir bakış açısıyla yazmış olduğumun altını çizmeye gerek yok. Ama ben gazeteci ya da tarihçi değilim. Bu yazıyı sade ve sıradan bir vatandaş olarak tamamen beni bağlayacak düşüncelerim ve sonuçlarım çerçevesinde yazıyorum.

Ocak 1920 yılında Mustafa Kemal, Nutuk’da ne yaptığını söylüyordu ve bu mektubu nerede, nasıl yazmıştı sorusunun cevabını bulmak için Nutuk’un sayfalarını karıştırmaya başlıyorum. Bu mektubun gizli bir ihanet belgeseymiş gibi sunulması adil gelmiyor bana çünkü. Öyleyse de bile buna önce ben ikna olmalıyım.


Nutuk içerisinde Aralık 1919 tarihinden başlayarak anlatılan bölüm Ankara’ya Geliş başlığını içeriyordu. Yani 19 Ocak 1920’de yazılan bu mektup Ankara’dan yazılmıştı. Ama onun öncesinde Mustafa Kemal’in Anadoluya geçişini sağlayan durumlara değinmekte fayda görüyorum. Bu nedenle Nutuk da anlatılan giriş bölümüne yeniden geri dönüyoruz ve bu durumu Mustafa Kemal’den dinlemeye devam ediyoruz.

“Benim Görevim

Ben Samsun’a Üçüncü Ordu Müffettişi göreviyle çıkmıştım. Başkent İstanbul’dayken, bazı arkadaşlarımla buluşup durumu tartışmıştık. Osmanlı Devleti’nin çöküşünü önlemek için bazı çözüm yolları aramıştık. Yöneticilerin düşüncelerine katılmıyorduk. Bu nedenle bizden, özellikle benden kuşkulanmışlardı. Yöneticiler beni İstanbul’dan uzaklaştırmak istiyorlardı. İşte bana ordu müffetişliği görevini bu yüzden verdiler. Anadolu’ya bir yetkiyle gidiyordum. Emrim altındaki ordu birliklerine bildirimlerde bulunacak, Samsun ve çevresindeki kargaşalığı yerinde görüp önleyecektim.

Şunu belirteyim ki bana bu görevi verenler bilerek vermediler. Amaçları benden kurtulmaktı. Bende onlardan umudu kestiğim için, Anadoluya geçmenin yollarını arıyordum. Böylece benim için iyi bir fırsat doğmuş oldu. Anadolu’ya gidip şaşkınlık içinde bulunan halkımıza durumu anlatacaktım. Onları ulusal bir amaç çevresinde toplayacaktım.”


Şimdi Murat Bardakçı’nın mektubunda adı geçen kişilerin kim olduklarına bakalım.

Bekir Sami Bey (1867-1933) : Eski vali, Sivas’ta seçilen Temsilciler Kurulu üyesi. Milletvekilliği ve Dışişleri Bakanlığı yapmıştır.


Rauf Bey (Orbay) (1881-1967) : Osmanlı Meclisi Üyesi, Eski Donanma (Bahriye) Bakanı, TBMM İstanbul üyesi, Bayındırlık Bakanlığı, Başbakanlık yapmıştır. Daha sonra büyükelçi olmuştur


19 Ocak 1920 yılına kadar gelişen olayları da atlamamak gerektiğini düşünüyorum;

23 Temmuz 1919 ‘da toplanan Erzurum Kurultayın üç numaralı kararı aşağıdaki gibiydi ;

“Yurdun ve bağımsızlığın korunmasına ve güvenliğin sağlanmasına İstanbul Hükümetinin gücü yetmezse, amacı gerçekleştirmek için geçici bir hükümet kurulacaktır.Bu hükümet üyeleri ulusal kurultayca seçilecektir.Kurultay toplanmamışsa bu seçimi temsilciler kurulu yapacaktır”


Sivas ve ardından Amasya Kongresi yapılırken bu arada Damat Ferit Paşa hükümetinin yerini Ali Rıza Paşa hükümeti almıştı. Ali Rıza Paşa hükümetinin değerlendirmesini Nutuk’a dönerek Mustafa Kemal’den dinleyelim.

“Ali Rıza Paşa’nın başkanlığında kurulan yeni hükümetin, öncekilerden bir ayrımı yoktu....


....Bununla birlikte, Erzurum ve Sivas Kurultaylarında saptadığımız ulusal amaçlara bir an önce ulaşmak için, Ali Rıza Paşa hükümetiyle ilişkimizin sürüdürülmesini gerekli gördüm. Karşımızda yurdumuzu zorla parçalamak isteyen bir düşman vardı.Onu bırakıp hükümetle uğraşmak bize boşu boşuna zaman yitirtiyordu. Şimdilik hükümeti karşımıza almak doğru olmazdı.


Bu düşüncemi temsilciler kurulundaki arkadaşlarıma açıkladım. Onlar da uygun gördüler. Böylece hükümeti tutma kararı aldık. Bu kararımızı da kendilerine bildirdik.”


Yaklaşık Kasım 1919 yılında alınan bu karar, ilgili mektuptan ortalama iki ay önce alınmış bir karardı.

Kurultay sonucu kurulmasına karar verilen meclisin nerede toplanacağı kararsızlık yaratmıştı. Mustafa Kemal işgal riski gerekçesi ile İstanbulda toplanmasını istemiyor olsa da yapılan toplantılarda ulusal çıkarlar açısından İstanbul’un doğru karar olduğuna karar verildi ve meclis 12 Ocak 1920’de İstanbul’da açıldı. Mustafa Kemal Ankara’da kalmıştı ve gerekirse sonradan gidecekti.

Yani ilgili mektuptan bir hafta önce yeni meclisin açılışı sağlanmıştı. Görünür de İstanbul hükümeti ile dayanışma anlayışı sürdürülmekte ancak, özünde kopuş yaklaşmaktaydı.


21 Aralık 1918 tarihinde Vahddettin’in buyruğu ile kapatılan son Osmanlı Mebusan Meclisi 170 mebus sayısına rağmen açılış günü gelebilen 72 mebus ile yeniden açılmıştı.


Bu arada 8 Temmuz 1919’da Erzurumda askerlikten istifa edip, kendi ifadesi ile “sine-i millete” dönen Mustafa Kemal, Damat Ferit’in önerisi ve Vahdettin’inde 9 Ağustostaki onayı ile askerlik mesleğinden tümüyle çıkartılmış, sahip olduğu nişanlar geri alınmış, üzerindeki “Fahri (onursal) Padişah Yaverliği” de kaldırılmıştı. Aradan dörtbuçuk ay geçmiş ve bu süre zarfında çok şey değişmişti. İstanbul Hükümetleri O’nu temsilciler kurulunun başkanı olarak tanımak zorunda kalmışlar ve kendisiyle resmi görüşmelere girmişlerdi. Dahası Mustafa Kemal “mebus” seçilmişti.


Bu ortam içinde nişanlarının geri verilmesi gerekmişti. Ancak bu konuda evvelden verilmiş bir Padişah buyruğu olduğundan, yine Padişah’ın iradesine başvurma zorunluluğu doğmuştu. Vahdettin bu öneriyi bir ay sonra 3 Şubat 1920’de onaylamıştı. Yani öneri ortalama 3 Ocak civarında verilmiş ve mektubun yazıldığı soylendiği dönemi içinde almaktaydı. O günkü resmi gazete olan Takvimi Vekayide yayınlanması gereken bu irade, İngilizleri kızdırmamak için yayınlanmış ve gizli tutulmuştu.


Benim elimdeki baskıda Nutuk içerisinde bu mektuptan bahsedilmiyor olsa da, zamanın gerektiği tutumlar açıkça anlatılıyordu. Zaten Kurultayı gerçekleştiren kişilerce onaylanmış bir hükümetle iş birliği görüntüsü neticesinde ilgili tarihte Mustafa Kemal’in Vahdettine yazmış olduğu söylenen mektubun gerekçesini anlamak bu anlamda zor olmasa gerek diye düşünüyorum.


Ayrıca Mustafa Kemal’e nişanlarının geri verdildiğini anlatan Orhan Çekiç’in “Sivas’tan Ankara’ya” adlı kitabından yaptığım alıntı benim nezdimde mektubun içeriğini oldukça net bir şekilde anlatmaktadır.

(devam edecek)


fasulye

Hiç yorum yok: